Ana içeriğe atla

Ayşegül SPA’ya gidiyor... Veya Gaye sivrisine uyan Gülfem’in maceraları…

Şimdi bu Gaye akıllısı, tutturdu SPA’ya gidelim diye… SPA allah SPA… Altı ay başımın etini yedi. Sonra baktı benden hayır yok, gitti bir yer buldu. İkimize de randevu aldı…

Yav kardeşim beni ne takıyosun peşine. Bu kadar yıldır hiç mi bi şey öğrenmedin…  Al randevunu, hazırla çantanı, SPA’ya mı gideceksin, ne yapacaksın, kendi kendine git yap, di mi… Gel gör ki, bizde işler böyle yürümüyor maalesef…

Ben esasen, organik zeytinyağlı tam aromatik full+full detoks masajı yaptırayım derken, alnımın ortasından ibrikle dökülen ılık yağın, patates kızartacak dereceye kadar ısıtılmış olması sebebi ile, ‘cos’ diye yandığım günden beri, SPA olayına ilkesel olarak biraz mesafeli duruyordum. Her tarafı naylonla kaplanmış masaj yatağında, bi teneke zeytinyağına bulanmış halde yatarken, çekik gözlü kadının kırık Türkçe’si ile ‘eveeet, masajımız burada bitti, geçmiş olsun’ diyen sesi hala kulağımdadır. O ana dek ben içimden hep ‘neticede burası beş yıldızlı bir otel, beni böyle vıcık vıcık bırakacak halleri yok ya. Vardır elbet bunun da bir çaresi’ diye düşünüyordum. Kadın öyle deyince anladım ki çare mare yok. Halim, duvarlara sprey boya ile ‘çare Sarıgül’ yazan sosyal demokratlardan bile kötü… Mecburen, ellerim, tutunmaya çalıştığım her yerden vıjt diye kaya kaya, yerden bir metre yükseklikteki masaj yatağından güç bela indim. Saçlarımdan damlayan zeytinyağlarına aldırmaksızın odanın ortasında dikildim ve bir umut, kadına ‘bu yağı nasıl çıkarıcaz, şimdi dedim… Kadın bana asap bozacak kadar huzurlu bir ifade ile baktı ve ‘duş alabilirsiniz’ dedi… Ben de O’na ‘bak görüyo musun, akıl akıldan üstün işte… Nasıl oldu da düşünemedim duş almayı. Hay aklınla bin yaşa, dedim… Konuşmanın devamında bu kadar sakin kalabildim mi, bilemiyorum. Çünkü ‘bu haldeyken kıyafetlerimi giyemem, git bana bornoz falan bi şey bul’ derken sesim sinirli çıkmış olabilir. SPA’da bornoz yok, bornozlar odanızda… Ama isterseniz peştamal verebiliriz’ cevabını alınca da ‘sizin yapacağınız masajın içine tüküreyim’ diye bağırmış olabilirim. Üzerinden çok sene geçti, detaylar aklımda kalmamış artık. Fakat saçlarımdan yağlar damlayarak, üzerimdeki düttürükten peştamale sarınmış halde, ayağımdaki parmak arası terliklerimden gelen fırçık fırçık sesleri eşliğinde odama çıktığımı gayet net hatırlıyorum. Bir sonraki sahnede peştemale ne kadar silersen sil yağı gitmeyen elimle, oda kapısını açamamıştım da, tekrar lobiye inip, birilerinden yardım istemiştim…

O günden sonra bu SPA olayından bi soğudum ben… Ama baktım Gaye çocuğu çok hevesli… Birde hayatı boyunca hamama hiç gitmemiş, usul erkan bilmiyor, benden medet umuyor, insanlık öldü mü, diyerek takıldım peşine, sabah körü düştüm yollara…

Evden çıkarken Defne’ye ‘yavrum biz Gaye teyzenle hamama gidiyoruz. Gaye teyzen ilk defa gidiyor, o yüzden benim de gelmemi istedi’ dedim… Defne de ‘niye ki, ilk deneyimi travmatik olsun diye mi seninle gitmek istiyor, hayırdır?’ diye cevap verdi… 

Gaye’nin randevu aldığı SPA, yuvarlak bir binanın bodrum katında… Arabayı park ettik, başladık binanın etrafında yürümeye. Yürü ha, yürü… Yürü ha, yürü…  Adamların binayı yapası tutmuş. Bitmedi gitti mübarek. Nerdeyse bir kilometre yürüdük, tam arabanın arka tamponuna ulaştık derken, SPA’nın kapısına geldik. Her zaman olduğu gibi ters tarafa yürümüşüz. İşlerin ters gideceği buradan belli oldu aslında. Ama biz ne yaptık, her zaman olduğu gibi ‘bu kötü şansımızı da böylece kullanmış olalım, muhabbeti bozmayalım, geceyi bozmayalım’ diyerek içeri girdik. Evrenden gelen işaretleri okumayı öğrenemediğim için bir gün başıma bir iş gelecek gelmeyi ya, haydi hayırlısı…

Randevu alırken Gaye’ye ‘yarım saat erken gelin, buhar odasına, saunaya falan girin, kirleriniz kabarsın’ demişler. Bak, bak, bak... Laflara bak... Gaye çocuğu da saf saf ‘peki’ demiş. Sanki bizim evimizde banyo yok. İstanbul’da sular sadece bu dangalakların Spa’sında akıyor…

Resepsiyonda kayıt yaptırdık. Görevli önümüze düştü, yolu gösterdi. Burası soyunma odaları, burası buhar, burası sauna, hamam şurada… Burası da jakuzili havuz. İyi istirahatler… Çekti gitti.

Soyunma odasına girdik. Eşyalarımızı dolaplara yerleştirdik. Peştemâllere sarındık, buhar odası tarafına geçtik.

Etraf bir karanlık, bir karanlık… Şimdi biz dışardan geldik ya. Aydınlıktan sonra gözümüz alışmadı her halde diye düşünüyorum. Zaten bu Spa’ları böyle karanlık yapıyorlar ne hikmetse… Soyunma odasından gelen loş ışıkla aydınlanmış koridoru geçip, ıslak hacimlerin olduğu yere giriyoruz. Buhar odası olması gereken yerde bir kapı var. Ama gerisi yok. Daha doğrusu ışık olmadığı için biz gerisini göremiyoruz. Ben, belki sensörlüdür, kapı açılınca ışık yanar diye bir heves kola asılıyorum. Işıklar yanmıyor ama karanlıklar içinden yükselen buharların arasında kalıyoruz Gaye ile birlikte… Sırtımızdan bir ürperti geçiyor.

Gaye’ye ‘dur ben bi gidiyim, şu çocuğu bulayım, bunun ışıkları nerden yanıyor, baksınlar’ diyorum. SPA’nın loş koridoruna çıkıyorum. Ulan biz nerden girdik, nerden çıktım ben buraya… İlk defa gelmişim zaten. Bütün kapılar aynı model. Üstlerindeki yazıları karanlıkta gözüm seçmiyor. Bir kere malzeme deposuna, bir kere de personel tuvaletine girdikten sonra, çıkışı buluyorum. Oradan lobiye geçiyorum. Peştemâlle lobiye çıkmak benim kaderimde var galiba.

Görevli çocuk peşimde, geri geliyoruz. Oğlan duvardaki panoyu açıyor, şalterlerden birini kaldırıyor, ışıklar yanıyor… Oh be dünya varmış. Biz çocuğa teşekkür edip, buhar odasına giriyoruz.

Tam kıçımızı seramik kaplı oturma yerine koyuyoruz ki, ışıklar yeniden sönüyor. Gaye, ‘bu sefer sıra bende’ diyerek, lobinin yolunu tutuyor. Çocukla geri geliyorlar, ışıklar yanıyor, biz yine buhar odasına giriyoruz. Tam oturuyoruz, ışıklar yine gidiyor.

Artık sigortanın iki de bir attığı anlaşıldığı için, üçüncü sefere teknik servis geliyor. O anda biz Gaye ile birlikte, buhar odasının içinde, karanlıkta oturmaktayız. Cam kapının üzerinde, teknik servisçilerin fenerlerinin ışıkları dans ediyor. Hint filmi gibi ortalık… Arada sırada kafamıza kocaman kocaman yoğuşma taneleri düşüyor. Ben ‘ister misin, sigorta atmasın diye yüksek amperli bir şey bağlasınlar, kontak yapsın, yangın çıksın, kül olup gidelim burda’ diyorum. Gaye’de ‘yok elinin körü’ diyor…

Buhar odasında oturmak zaten zor. Karanlıkta buhar odasında oturmak ise, işkence. Sonunda dayanamıyoruz. Yeter bu kadar kirimizin kabardığı deyip, hamam tarafına geçiyoruz.

Teknik servis arızayı gideremiyor. Bu arada bizde aslında SPA’nın o kadar loş tasarlanmadığını, yanan ışıkların acil durum aydınlatmaları olduğunu fark ediyoruz. Biraz sonra iki hanım ellerinde bir dizi mum ile gelip, göbek taşının etrafında bir çayda çıra efekti yaratıyorlar.

Buradan devamla, maazallah karanlıkta görmediğim bir yer kalır da, bahşiş sakata biner korkusu ile, aynı yerden kese ile beş kere geçen nâtır sayesinde önce derilerimiz bir  güzel yüzülüyor. Yüzülen yerler, köpük masajı sırasında iyice ovalanarak yara kıvamında açılıyor. Bali’li kızların yaptığı masaj sırasında ise, vücudun kendini tamir etmek için giriştiği bütün çabalar havaya gidiyor, yaralar tamiri  bir daha imkansız hale sokuluyor. Bali’li kız mum ışığında bi halt görmediği için, kulunçlarımı açmaya çalışırken, sırtımı da bir güzel kırıyor…

Çıkışta SPA’nın yöneticisi, ışıkların yanmamasından dolayı bizden özür diliyor. ‘Size jakuzinin başında meyve tabağı hazırlattık, lütfen kusurumuza bakmayın’ diyor.

Meyve tabağı dedikleri şey, dörtte bir elma, yarım çilek ve iki adet üzümden oluşuyor. Ben dörtte bir elmanın yarısını zaten yere düşürüyorum.

Pazar gününden beri, yüzüstü uyuyorum. Sanki güneşte çok yanmışım da, sırtım kavlamış gibi… Gaye benden daha iyi sanki… Veya randevuyu o aldığı için yiğitliğe bir şey süremiyor, bilmiyorum.

Bu yağmurlu ve sıcaklığın 10 derece birden düştüğü İstanbul günü’nde yazlık elbise giydiğim için, SPA yaralarım gözle görünür hale geldi. Ofiste kızlar, Gülfem Hanım size ne oldu, diye sordular… Kapıya çarptım, dedim…

Gaye, müşteri yokluğundan ve bahşişlerin azlığından şikayet eden nâtır kadına ‘bunun yazdıkları çok okunur, söyle seni de yazsın’ dedi. Ben de o karanlıkta başımıza bi şey gelmesin diye, kadına 'yazarım' diye söz verdim. O yüzden yazımı ‘Kentsel dönüşüm sebebi ile kapanan Erenköy hamamı'ndaki Canan Hanım, Ağaoğlu AVM’nin içindeki SPA merkezinde, meraklılarına duyurulur’ diyerek bitiyorum.

Yalnız kadının hakkını vermek lazım. Derimiz halen bebek poposu gibi. Sizde gidin. Ama sigorta arızasının tamir edildiği güne denk getirin, dermis tabakasına kadar yüzülmeyin.


(İkibinonbeş senesinin mayıs ayı’nın yirmiyedinci günü, ofiste yazıldı)







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı