Dün gece bir rüya gördüm.
Rüyamda yelkenli bir teknedeyim. Ama öyle kıytırık, olsa da olur, olmasa da
olur, bir alınca, bir satınca sevinilen teknelerden değil. Bir çalı Nazenin’e benziyor. Bir farkla, bizim
teknemiz bembeyaz. Suyun üzerinde kuğu gibi süzülüyor.
Rüya bu ya, teknenin sahibi, benim sevgilim. Etrafımızda bir sürü eş, dost,
arkadaş kalabalığı ile halimizden pek bir memnunuz. Kaptan, meşhur yazlık
mekanlardan birinin iskelesine kıçtan kara yanaşırken, etrafımızda koşuşturan tayfalara aldırmadan,
kadehlerimizdeki içkilerimizi yudumluyoruz.
Tekne yanaşınca, sevgilim bir hamlede iskeleye atlıyor. Üzerinde lacivert
bir pantolon ve beyaz bir gömlek var. Gömleğinin kol düğmelerinde adının ve
soyadının baş harfleri işli… Bu kadar detaydan sonra, kol düğmelerinin altın
olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
Ben sırtı açık, emprime bir elbise giymişim. Yargıcı’dan çok severek
almıştım. Rahat onbeş senesi var. Kilo alınca içine sığamadım, yıllardır
dolap bekliyordu. Artık zayıfladığım için, üzerime olmuş demek ki… Bej, yüksek topuklu, bilekten atkılı ayakkabılarım ve elimde ki bej renkli ipek
şalım ile pek bir havalıyım. İnci küpelerimi takmışım, saçlarımı da enseden
topuz yapmışım.
Sevgilimi takip ederek ben de iskeleye doğru bir hamle yapıyorum. Yardım
etmek isteyen tayfaya, başı ile çekil işareti yapıyor. Tayfa saygılı bir
şekilde kenara uçuyor hemen. Sevgilim elimi tutuyor, tekneden inmeme yardım
ediyor, sonra da bırakmıyor. Ahşap iskelenin üzerinde el ele yürüyerek, restoranın
ortasındaki bara doğru ilerliyoruz.
Bahçede büyük bir ağaç var. Bar, bu ağacın etrafına fırdolayı
yerleşmiş. Arkadaşlarımız da peşimiz sıra yürüyor. Garsonlar hemen koşturup,
yer açıyorlar. Grupça barın etrafına çörekleşiyoruz.
Dolçe vita ambiansımızın içinde ‘dünya bir gündür, o da zaten bu gündür’
şeklinde şen şakrak sohbet ederken, sevgilim bar’ın başka bir köşesine, bir
arkadaşı ile sohbet etmeye gidiyor. Ben yüksek sandalyemde oturuyorum, sol
ayağımı önümdeki pirinç tekmelik borusuna yaslamışım, sağ ayağımla bacak bacak
üstüne atmışım, hafif soluma dönük, yüzüm denize bakar vaziyette içkimi
yudumluyorum, sohbeti dinliyorum, söylenen bazı şeylere gülüyorum... Hafif bir
rüzgar, ağaçların yapraklarını kıpırdatıyor.
Derken O geliyor… Sırtım dönükken bile, bana doğru yürüdüğünü biliyorum.
Yaklaşıyor ve iki eli ile belimden sarılıp kulağıma ‘seni çok özledim’ diyor. Yüzünü görmüyorum ama kim olduğunu biliyorum. Bu
O… Hayatlar boyu aşık Olduğum adam. Bana sarılan kollarını tutup,
bir sululuk yapmadan veya topu taca atmadan ‘ben de seni çok özledim’ diyorum.
Vay be… Kırk beş yaşındayım. İlk defa bir duygumu dimdirek, eğip bükmeden
söyledim. Yarın bunu Gaye’ye anlatırken ‘belki de senin aşman gereken şey bu…
Duygularını dosdoğru ifade edebilsen, her şey değişecek’ diyecek, eminim…
Rüyanın içinde, hem de en civcivli yerinde, yarın Gaye’ye bunu anlatıcam, o da
böyle diyecek, diye düşünmek ne tarz bir manyaklıksa, onu da bilmiyorum. İyice
delirdik biz ya, hayırlısı olsun artık.
Sevgilim barın diğer ucundan bize bakıyor. Gözlerinde, az önce bir kurşunla
yaralanmış gibi bir ifade var. Ama benim O’nunla beraber olmam o kadar
kaçınılmaz bir kader ki, anladığını ben de anlıyorum.
Sevgilimin gözleri, üzerimize kilitlenmiş dururken ‘burada buluşalım' diyor. Barın ortasındaki ağaca onluk çivi ile çakılmış saatli maarif takvimi’nin
en üstteki yaprağı 26 Temmuz 2015’i gösteriyor. Ellerini belimden çözüyor.
Parmaklarının ucu ile ensemden belime kadar sırtıma dokunuyor ve ‘gelirken bu
elbiseyi giy, sana çok yakışmış’ diyor… Ve gidiyor…
Uyanıp, yatağın içinde oturdum. Başucu lambamı yaktım. Cep telefonunun
ekranındaki saat 03.20’yi gösteriyor. Gerisin geri yatağa attım kendimi. Kalbim
deli gibi çarpıyor. Regresyon terapisinde gördüğüme bakarsan, biz ayrılalı 200
sene oldu. O yüzden ‘seni çok özledim’ demesi mantıklı. Buluşalım, dediğine göre, olan bitenler için beni suçlamaktan vazgeçti.
Bu hep söyledikleri haberci rüyalardan biri olabilir mi? Rüyamda gördüğüm
barı biliyorum. Takvimdeki tarih 26 Temmuz 2015… Elbise de, seneler önce
aldığım Yargıcı elbise…
Elbise aklıma gelir gelmez, yataktan ok gibi fırlıyorum. İki adımda kendimi
attığım dolap odasının içinde debelenmeye başlıyorum.. Aslında boşuna
debelendiğimi biliyorum da, yine de bir ümit, askıları hızlı hızlı elden
geçiriyorum.
Elbise yok ki… Ben onu ‘bir daha asla bu kiloya inemem nasıl olsa’ diyerek
bağışlayalı nerdeyse üç sene oluyor.
İşte bu yüzden yazının başlığı ‘hay bin kunduz’…
Bana ne... Kaptan Swing de bir
Türk kahramanı olsaymış o zaman…
(ikibinonbeş senesinin mayıs ayı’nın yirmidokuzuncu günü, İstanbul’da öğle
tatilinde ofiste yazıldı)
Yorumlar
Yorum Gönder