Ana içeriğe atla

Burdan Fethiye’ye bir yol varmış, doğru mu?

Şubat tatilini planlamaya çalışmak bana çocukluğumdaki tatilleri düşündürdü yeniden... Gerçi bizim tatillerimiz hep yaz tatiliydi. Uludağ’a bir kez çıktık. O zaman da aylardan Ağustos’tu...  Mangal yapıp döndüğümüzü hatırlıyorum...
Bir sene yine çadırımızı yüklendik, kendimizi yollara vurduk... Babam gençliğinde plan program yapmayı pek sevmezdi. Bir akşam gelir ‘yarın tatile gidiyoruz’, derdi ve biz tatile giderdik. Böyle zamanlarda annem çok sevinirdi. Çünkü hazırlanmak için önünde bütün bir gecesi olurdu. Bazen de gelir ‘birazdan tatile gidiyoruz’ derdi... Annem o zamanlar genellikle ağlardı. Konu komşu da anneme kızardı ‘kocan seni tatillere götürüyor, utanmadan ağlıyorsun’ diye... Hiç unutmam babamın bir gün gelip ‘birazdan taşınıyoruz’ demişliği de vardır. Ama bu başlı başına bir hikaye konusu olacak kadar derin bir mevzudur. Başka zaman anlatırım...
Laf buraya nereden geldi? Babamın plansızlığından... Bu bizim tatil rotalarımızda da kendini gösterirdi. O zamanlar Ankara’da yaşıyorduk. Tatile nereye gideceğimize genellikle Afyon sapağında karar verirdik... Benim coğrafya bilgim o yıllardan kalmadır... Babama öyle zırt pırt soru sorulmazdı. Yol tabelalarını okumayı, sapakları, kavşakları, haritada yön bulmayı, bu sebepten, çok küçük yaşta öğrenmiştim...  Annem soran gözlerle arkaya döner bakar, bizde işaret dili ile gittiğimiz yeri anlatmaya çalışırdık... Afyon en kolay sapaktı...  düz giderse İzmir, sola dönerse Antalya... O sene babam düz gitmeye karar verdi ve biz kendimizi Kuşadası BP’de bulduk...
BP kampların içinde en lüks olanıydı. Bütün helaları fayans kaplıydı ve daha da güzeli hela başına 10 kişiden fazla adam düşmüyordu. Mutfaklarında tek göz gaz ocakları, duş alma yerlerinde oynar başlık el duşları ve çamaşırhanelerde sıcak akan suları ile şahane bir yerdi.  Aslında o yıllarda duş, tuvalet ve mutfakların ayrı olması bile bir kampın iyi sayılması için yeterliydi... Kötüsünde bunların hepsi tek bir hacimde toplanırdı, daha da kötüsü benim böyle kamplarda kalmışlığım bile vardı.
BP’de her şey çok şahaneydi ama hiç Türk yoktu. Etrafımız Alman kaynıyordu. Kamera ile çekim yapılsa, seyredenleri Berlin’de olduğumuza inandırmak işten bile değildi.  Kampta tam bir Alman disiplini hakimdi. Her şey için sıraya girilecek, yüksek sesle konuşulmayacak, ışıklar dokuzda sönecek... Kazara bir kahkaha atacak olsak, yan çadırda kalan teyze öyle bir bakıyordu ki, o gece hiçbirimizin gözüne uyku girmiyordu.
Bir gün annemle çamaşırhanede, çamaşır yıkıyorduk. O sırada yanımızdaki kadınların kendi aralarında fısıltı ile Türkçe konuştuklarını duyduk.  Annemle birbirimize baktık. Sonrası şöyle;
-Pardon Türk müsünüz?
-Yoksa?...
-Evet, bizde Türk’üz..
-Gel bacım seni bir öpeyim..
-Ah kardeşim, ah..
-Ağlama bak, beni de ağlatacaksın...
Orada bir hafta kaldık galiba.. sonunda  vatan hasreti bünyeye ağır geldi ve bir sabah çadırımızı topladık, tekrar düştük yollara...
Öğle vakti bir benzinliğe ulaştık. O günlerde yollar stabilize ve maksimum seyir hızı saatte 60 km idi... Yayladan Fethiye tarafına inen yeni bir yol yapıldığı söylentisi halk arasında yayılmıştı. Tüm tatilciler bu yoldan bahsetse de yolun nerede olduğunu, gerçekte bilen yoktu. 
Artık nedendir bilinmez, babam benzinciye böyle bir yolun hakikaten olup olmadığını sordu. Adam meğerse o yoldan iki gün önce Fethiye’ye gitmemiş mi?
-Abi, 3 km sonra bir sapak var... Oradan gir, dört şeritli bir yol yaptılar, çok dehşet bi şey abi... Ben 45 dakikada  indim  Fethiye’ye...
Biz bi sevindik, bi sevindik ki o kadar olur. Araba çimen yeşili pala Murat 131... Klimayı geçtim, havalandırma fanı yok. Ayrıca babam cereyanda kalır hasta oluruz diye camları da açtırmıyor. Bari müzik dinleyelim, canımız sıkılmasın desek, teyp falan hak getire... Kim kaybetmiş de biz bulmuşuz...  Tek lüksümüz, yola çıkmadan önce içine buz attığımız su termosu... Ön koltukların arasında, vites kolunun arkasında duruyor, isteyenlere servis, annem tarafından yapılıyor.
Neyse uzatmayalım, bu arabadan kırk beş dakika sonra inebilecek olmamız ihtimali gözümüzü döndürmüş olacak ki, biz o yola girdik.
Evet, tarif edildiği gibi gayet geniş, ferah,  fakat yol değil... Bir niyet olmuş belli, ama niyet aşamasında kalmış. Adamlar oradan iş makinaları ile geçmişler. Acaba buradan yol yapılsa nasıl olur diye, keşif gezisi mahiyetinde...  Adamın yol dediği, o günlerden kalan tekerlek izleri...  Biz itiraz edecek olduk, babam dedi ki; koca adam kızım, yalan mı söyleyecek? Burası bağlantı yoludur, düzelir birazdan...
Git Allah git, git Allah git... Düzelmesinden geçtim olay her kilometrede daha da sarpa sardı, hatta korku filmi kıvamına geldi. Etraf gittikçe ızsızlaştı, yoldaki kayalar adam gövdesi büyüklüğüne geldi. Öyle ki,  geçmek için etrafından manevra yaparak etrafından dolanmaya başladık.
Böyle bir kaya bloğunun etrafından dolanırken, babam yerdeki hendeği görmedi. Hooop, güm... Biz bu çukura daldık çıktık.  Arabanın bütün vidaları yerinden oynadı ve daha da kötüsü üstümüzdeki port-bagaj yerinden çıkıp, arabanın tavanına indi.  Durduk mecburen... Babam kendi camını açtı, elini dışarı uzattı, bagajın vidasından kurtulup kapının üstüne inen kolunu kanırttı ve kendi kapısını açmayı başardı. Ya Rabbi şükür, hepimiz alkışladık....
Sırayla diğer üç kapıdaki kolları da söktü, hepimizi dışarı çıkardı.. Port bagajda yün yataklarımız vardı. Kendi elimizle diktiğimiz haki boyalı şeker çuvallarına koyduğumuz yün yataklarımız... Başladık onları indirmeye... daha doğrusu arabanın içine istiflemeye... Port-bagaj kırıldı, arabanın bagajında kıyafetler, erzak, kap kacaktan zaten yer yok. Yatakları da atacak halimiz yok... çaresiz arka koltukla ön koltukların arasına ve yetmeyince arka koltuğun üstüne  yığdık. Babam sofra tahtası büyüklüğünde bir kayanın üzerinde bagaj kollarını olabildiğince düzeltti, bağlayabildiğimiz kadar bağladık arabanın üstüne ve düştük yeniden yollara...
Kardeşimle beraber, o cehennem sıcağında, artık yün yatakların içine gömülmüş oturuyorduk. Belki arabanın iptidai yapısından mütevellit alt taraftan  hafif bir esinti varsa onu da böylece kaybetmiştik.  İşin kötüsü yavaş yavaş karnımız acıkmaya başlamıştı ve etrafta bir restoran falanda görünmüyordu.
O yıllarda racon şuydu; yola çıkmadan evvel muhakkak yolluk yapılırdı. Kek, börek, kuru köfte, haşlanmış yumurta, zeytinyağlı dolma, artık Allah ne verdiyse... yol kenarlarındaki dinlenme tesislerinde  durulunca bu nevaleler açılır, çay söylenir  ve yenirdi.. Fakat o kuş uçmaz, kervan geçmez yerde bırak çay içilecek tesisi, su içilecek çeşme yoktu. Bizde yol kenarında bir ağaç altı bularak yer sofrası kurmaya ve yemeğimizi orada yemeye karar verdik... . O sırada yaşayana da, dinleyene de ‘oha’ dedirtecek bir şey oldu... O yoldan bir kamyon geçti. Üç saattir gördüğümüz tek vasıta biz tam kutularımızın, kapaklı kaplarımızın ağzını açmış, elimizi uzatmış ilk lokmayı alacakken , tozu dumana katarak yanımızdan geldi, geçti, gitti... Kamyon uzaklaştıktan sonra baktım, sadece gözlerimiz görünüyordu. Güzelim nevale de kıyır kıyır toz oldu bu arada..
Yemeği yedik, tekrar düştük yollara... biraz gittik gitmedik, arabadan ‘cıııuvvvv’ diye bir ses geldi. Direksiyonun önündeki göstergenin bütün kırmızı ışıkları önce yandı, sonra söndü... Annem ‘eyvah ampuller patladı’ diye bağırdı... Babam gözünün ucu ile bi baktı, annem derhal sustu.. Meğer  triger kayışımız kopmuş...  O devirde ‘ara cep telefonundan çekiciyi,  gelsin bizi alsın’ gibi bir durum olmadığından arabamızı kendimiz tamir etmek zorundaydık. Allahtan babam mütebbir bir adamdı. Bagajdan yedek bir triger kayışı çıkarmakla kalmadı, bir de onu yerine taktı... Araba tamiratı konusuna ilgi duymayanlar için, kısa bir açıklama yapmak isterim; çoğu arabada triger kayışı aslında motor indirilmeden değiştirilemez. Ancak Murat 131 model arabalarda, kaputun sağında, motor bloğunun yanından, aşağıya, şanzımana doğru, sadece bir el girecek kadar bir açıklık vardır. Babam triger kayışını bu açıklıktan elini sokarak, göz görmeden, el yordamı ile değiştirmişti. Babamın böyle şeyleri tereyağından kıl çeker gibi yapabilmesinin arkasında, plastik makineleri üreten bir fabrikanın sahibi olması yatıyor olabilir tabii... Ama ben çocuk olduğum için ve bütün babalar böyle yapar sandığımdan, elektrik ampulünü değiştirmek için elektrikçiyi çağıran erkekleri yıllarca adam yerine koymamışlığım vardır.
Triger kayışını değiştirip ikinci defa yola çıkmamızdan bir süre sonra yol darlaşmaya ve orman içine girerek daha beter olmaya başladı. Eskiden 4 şeritli stabilize bir yolken, önce 2, sonra 1, sonrada 0.75 şeritli aşırı stabilize bir yola dönüştü... Bugün bile merak ederim neden o kadar ısrar ettik o yolda gitmek için diye... Gözümüze bir görünecek varmış demek ki...
Neyse ki gözümüze görünecekleri görmemiz uzun sürmedi... Önce ufuk çizgisinde bir toz bulutu hasıl oldu.. Yaklaştıkça da artan bir motor sesi... Toz bulutunun yanına varınca fark ettik ki , bu bir iş makinasıydı ve yol açıyordu.. Yani yol oraya kadardı. Ondan sonrası yoktu... The end, finish, finitto... İnsan bir anda ‘nası yani’ oluyor... Olan biz sabahtan beri bu kadar eziyeti boşuna mı çektik...  Babam arabadan indi, adamlardan yanına gitti, bi şeyler konuştular... Geldi dedi ki; adamların az bir işi kalmış, şu kayaları da kaldırırlarsa, sonrasında bağlantı yolu varmış. Oradan geçip anayola kavuşacakmışız...
Başladık beklemeye... Ben kitap okuyorum, annem uyukluyor, kardeşim kendi kendine şarkı söylüyor falan filan, derken büyük bir gümbürtü koptu... Yukarıdan bir kaya düştü ve iş makinasının koluna çarptı.  Alet durdu... Şimdi düşünüyorum da, o zaman çocuk aklımla pek de bir şey anlamamışım... Nede olsa sorumluluk bende değil, anam babam başımda... Ama bizimkiler ne hissetti acaba... Özellikle babam... Karşımızda çıkmaz bir yol, bir kamyon dolusu amele, gece iniyor, arabada iki küçük çocuk ve bir kadın...
O sırada şantiyenin ustabaşısı babamın camının yanına geldi; Kato'nun kolu kırıldı ama merak etmeyin birazdan bir kamyon gelecek, onda yedek bir kol var, onu takıp yolu açıcaz, dedi.
Galiba o andan sonra, Allah çektiklerimizin yeterli olduğuna karar vermiş olacak ki, 3 saat sonra, o kamyon hakikaten geldi. Babam 0.75 genişlikteki yolda, kenara çekilerek, gelen kamyona yol verdi, adamlar yeni parçayı yerine taktılar, alet çalıştı, yol açıldı ve biz geçtik...
Benzincinin 45 dakika sürdüğünü iddia ettiği yolun sonuna geldiğimizde sekiz saat geçmişti. Babam ‘bu adam, 45 dakikada teyyareyle mi gitmiş Fethiye’ye’  dediği sırada tekerlekler stabilizeden kurtuldu, asfalta değdi... O anı hala hatırlarım... bir anda sarsıntı kesildi, langur lungur sesleri bitti, araba düz yolda gitmeye başladı...  Asfaltın başladığı noktada bir köy vardı... Bugün bile tablo gibi gözümün önünde...
Fethiye’ye vardığımızda gece yarısı olmuştu. Kimsede kolunu kaldıracak hal kalmadığı için, o geceyi bir pansiyonda geçirdik, çadır kampına ertesi gün geçtik. O kampta sekiz gün kaldık. İlk dört gün, tozlanan eşyalarımızı yıkamakla, son dört gün kurutmakla geçti... Sonrasında toplandık, başka dağ yollarından başka kamplara gittik...

Yorumlar

  1. Hikaye guzel ama bitis kismina biraz daha farkli calisabilirsin gibi...Bu arada okurken kendi anilarim canlandi.Evet eskiden bp lerde kalirdik, mutfakhaneleri banyolari fayanslari gozumun onune geldi valla.Ben de o meshur yolu duymustum :)))) Ama yol stabilize ve cok virajliydi , surekli viraj donmekten kardesimin midesi bulanmisti :))) Ayni yol herhalde bahsettigimiz....Ah be ne cabuk gecmis zaman, neler degismis nelerrrr....

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı