Ana içeriğe atla

Kuzu Kapama



Babam dediğim dedik bir adamdı. Lafının üstüne laf söylenmezdi. Akşamları eve geldiğinde kesin bir sessizlik ve itaat isterdi. Bu o kadar kesin bir tavırdı ki; laftan anlamayacak kadar küçük olduğumuz yıllarda bile, babam evdeyken kardeşimle birlikte tek kişilik koltukta  yan yana oturur, sessizce meyve yiyerek, babamın televizyonda izlediği haberlerin bitmesini beklerdik.
Bizi bir kez bile kucağına almamış küçükken... Annem söylerdi de, inanmazdım. Defne ve Yağız doğunca gördük. Fotoğraf çekimi için bile tutmayı beceremedi bebeleri.
Babamın  engellenemez taş fırın erkeği hallerine rağmen, kardeşim ve ben oyumuzu hep ondan yana kullandırdık. Çünkü annem statükocuydu. Bir şey bozuk değilse, asla tamir etmezdi.  Ama babam yeniliklerin adamıydı. Sürekli bir şeyler dener, olmayınca pes etmez, üzerine gider, ta  ki istediği neticeyi alana kadar sınırları zorlardı. Bu fabrikada yapılan yeni bir makine de olabilirdi, evde pişirilen bir yemekte... Babam için ikisi de  aynıydı.
Pazar günleri 'Baba günü'ydü. Annemin borusu Pazartesi sabahı babam kapıdan çıkana kadar rafa kaldırıldığından, bizim için de özgürlüklerin ve maceraların günü...  Akşama kadar pijamalarımız ile gezerdik, annem gık diyemezdi. Çünkü Pazar günleri babam da pijamalarıyla otururdu salonda. Bir tek annem ev elbiselerini giyerdi.  Biz üçümüz koltuklarda, yerde, canımız nasıl isterse pijamalarımız ile yayılmaya devam ederdik.
Pazar gününün iki önemli olayı vardı. Birincisi babaanneye ve anneanneye gitmek, ikincisi o gün yemekleri babamın yapması...  Pazar günleri annem için cennet ve cehennem bir aradaydı.  Yemek yapmak derdinden kurtulur,  başka dertlere sarardı.
O tatil sabahlarında güne babamın hazırladığı kahvaltı sofrasına oturarak başlardık. Her hafta ayrı bir çeşit yapılırdı. Bir hafta menemen, bir hafta omlet, bir hafta fırında peynirli ekmekler...  Sonra babaanneme giderdik.  Baba tarafından tüm akrabalarımızla orada buluşurduk,  öğlen pide yerdik. Sonra anneanne... Orada da beş çayı... Derken evimize gelirdik. Babam akşam yemeğini yapardı, annem bizi yıkardı, sonrasında sofra faslı ve yatardık.
Bir Pazar günü babam, akşam yemeğinde kuzu kapama yapmaya karar verdi. O zamanlar Bahçelievler Çarşı Durağı’nda, devamlı alışveriş ettiğimiz bir kasabımız vardı. Dönerken ona uğradık, kuzu kapamalarımızı aldık, evimize geldik.
Annem bizi banyoya soktu. Yıkadı, pakladı, temiz pijamalarımızı giydirdi. Salona geldik ki, ne görelim? Ortada yemek falan yok. Babam koltukta oturuyor, elini çenesine dayanmış, bacak bacak üstüne atmış düşünüyor. Annem olayın vahametinin derhal farkına vardı. Çünkü ne zaman babam bu şekilde oturmaya başlasa, bir şeyler istediği gibi olmuyor demekti ve bu da kısa zaman sonra yeni bir yol deneyeceği anlamına geliyordu. Babam evde ne zaman yeni bir şey denese, ucu anneme dokunduğundan kadıncağız bizi unuttu, mutfak ve salon arasındaki yolu gözü ile şöyle bir ölçtü. Babamdan evvel mutfağa varıp varamayacağının hesabını yapıyordu. O sırada babam koltuktan kalktı, dalgın gözlerle mutfağın yolunu tuttu. Annem ok gibi fırladı, son düzlükte babamı geçti ve mutfağa daha önce girmeyi başardı. Kardeşim ve ben maceranın kokusunu almıştık. Gözlerimizde şimşekler çakarak annemle babamın peşinden mutfağa koştuk.
Sonraki sahnede annem et tenceresinin önüne kendine siper etmiş ‘ben yaparım, ellemeyin’ diye bağırıyordu. Babam da gözlerinden ateşler saçarak anneme bakıyordu. Biz de arkadan ‘çekil, çekil’ diye tempo tutmaktaydık. Annem bu çoklu iradenin önünde fazla bir varlık gösteremedi ve çekildi. Muzaffer bir kumandan edası ile mutfağa giren babam eline bir çatal aldı, etlere sapladı. Sonra bize döndü ve kararını bildirdi:
-Pişmemiş...
-Aaaaa....
-Ama pişecek..
-Nasıl????
-Bu 'kuzu kapama' değil miydi?
-Evetttttt...
-O zaman, kapayalım ki pişsin...
-Eyoooooo.....
Babam anneme döndü ve itaatsizliği asla kabul etmeyeceğini gösteren bir ses tonu ile ‘yumurta tenceresini ver’ dedi...
O vakitler evdeki tencereler alüminyumdu. Annemin bir yemek, bir pilav, bir çorba olmak üzere üç adet esas tenceresine ilaveten yumurta haşladığı on beş cm çapında yayvan bir tenceresi daha vardı. Çeliklerin, emayelerin adının okunmadığı, teflonun sadece NASA’da kullanıldığı o dönemlerde  alüminyum tencereler altın kıymetindeydi. Annem babama ‘yapma’ der gibi baktı. Göz göze geldiler ama babamın tavrı çok kesindi. O anda anneme ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri’ der gibi bakıyordu. Veya ‘Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum’... Hangisini beğenirseniz artık...  Annem çaresiz razı oldu. Eğildi, set üstü emaye gaz ocağının altındaki dolabı açtı, yumurta tenceresini çıkardı, babama uzattı.
Babam yumurta tenceresini aldı, ocağın üzerinde kaynamakta olan yemek tenceresinin içine, yüzü koyun oturttu. Yani kuzular kapanmış oldu. Ama hesaba katmadığı bir faktör vardı; buhar... Kaynayan et suyunun buharı, yumurta tenceresini oynatıyor, kuzular babamın istediği gibi kapanmıyordu. Bunun üzerine babam annemden ekmek bıçağını ve çekici istedi. Annem boynu bükük, emirleri yerine getirdi.  Babam onun bu gariban halinden etkilenip yumuşamış olacak ki ‘yenisini alırım ben sana’ dedi. Annem bu zayıflığı hiç kaçırmadı tabii.. Düşen omuzları birden dikleşti,  tiz bir sesle ‘düğünde takılan bileziklerimi alırken de öyle demiştin. Hani ha, hani?’  şeklinde saldırmaya başladı. Sonra babamın yüzündeki ifadeyi görünce sustu. Babam annemin sessizce haykıran bakışlarının önünde yumurta tenceresinin dibini deldi. Bir delik yetmedi tabii, bir daha, bir daha, bir daha... Ta ki, küçük tencere, büyük tencerenin içinde hareketsiz kalana dek...
Sonra ne mi oldu? Kaynaya kaynaya tüp bitti... Etler yine de pişmedi.  Babam ‘ben bu öğlen çok kaçırdım, siz yiyin... Afiyet olsun’ dedi ve salona geçti. Biz de bu yarı canlı kuzu kapamaları, kah keserek, kah dişleyerek kemiğinden ayırıp yemeye çalıştık. Becerebildiğimiz kadarını hallettik, yatma vakti gelince de gittik yattık.
Annem delinen tencereyi senelerce sakladı. Ne zaman babam mutfakta fazla deneysel işlere girişse, dolaptan çıkarır, yüzüne doğru sallardı.
Sonra çelikler çıktı, alüminyumlar depolara kalktı. Bu olaydan yirmi sene sonra, bir gün depoyu temizledim. Diğer döküntülerle birlikte bu tencereyi de attım. Annem Marmaris’ten geldi, tencereyi bulamayınca çok kızdı. Anne ne kızıyorsun alt tarafı delik bir tencereydi, dedim. Halt etmişsin sen, o bizim yaşadığımızın tanıklarından biriydi, dedi.  Annem öyle deyince çok utandım,  hem kendi hamlığıma, hem tenceremize yandım...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı