Ana içeriğe atla

Taşkışla Kontu


Ben bilgisayar ekranının karşısına ilk defa, altıncı yarıyılda aldığımız projenin, birinci dersinde oturdum.
  Proje hocamız bizi CAD laboratuvarına götürdü ve ‘Bu bilgisayar, bu da içine yüklediğimiz AutoCad’ dedi...  Elimize de bir ‘manuel’ tutuşturdu  ve gitti... İşte her şey böyle başladı...
Bizim gibi gariban öğrenci takımının normal vakitlerde orada oturup proje çizmeye çalışması pek mümkün değildi. Çünkü gündüzleri laboratuvarı asistanlar kullanıyordu.  Bir an için bizi de içeri alacaklarını düşünecek kadar iyimser olsak bile, laboratuvarda sadece beş tane bilgisayar vardı ve kaba bir hesapla, bilgisayar başına 20 asistan ve 180 öğrenci isabet ediyordu.  Bu da her şeyi hakkaniyetle bölüşsek bile, sekiz saat süren normal bir akademik gün içerisinde, her birimize 144 saniye düşeceği anlamına geliyordu ki,  o  zaman elimizde var olan 'Bilgisayar, DOS ve AutoCAD 10' üçlemesinde  ‘Line’ komutunu girmek bile  bundan daha fazla sürerdi...  
Böylece Taşkışla  gecelerimiz başladı. Ben ve benim gibi konuya kafayı neden taktığı bugün bile anlaşılamamış bir grup öğrenci, bu laboratuvarda sabahlayarak AutoCAD öğrenmeye başladık. Saat akşam altıyı gösterdiğinde, dersler biter, el ayak çekilirdi. Biz de o vakitten sonra laboratuvara gider, bütün gece çalıştıktan sonra sabah 9'da, asistanlar gelip, dersler başlamadan önce bütün kanıtları yok edip çıkardık. O günlerde geceleri okulda geçirmemiz suçtu. 12 Eylül’den sonra öğrencilerin ders saatleri dışında kampüslerde kalması yasaklanmıştı. Gerçi bizim orada çalıştığımızı proje hocamız  dahil olmak üzere herkes biliyordu. Hatta anahtarın yedeğini yaptırıp bize veren  Hoca’nın kendisi idi... Galiba dekanın bile haberi vardı ama hepimiz sanki böyle bir olay hiç yokmuş gibi davranıyorduk...
Geceleri okulda kimse kalmadığından her yer ve her şey kapanıyordu. Kantin ve çay ocağı gibi stratejik noktalardan servis alma imkanımız yoktu. Bu yüzden laboratuvara ufak bir dolap koyarak, içine teçhizatları yerleştirmeye başladık. Önce bir şişe su ve bir paket bisküvi ile başlayan depolama olayı kısa zamanda plastik kahve makinası, poşet çay,  dilim peynir, salam, ekmek, ketçap ve mayoneze doğru genişlemeye başladı.  Hatta yılın ortasında kahve makinasında yumurta haşlama, sosis pişirme gibi çeşitlemelere bile girdik... Sonuçta  bizde insandık ve tüm iyi niyetli çabalarımıza rağmen aynı şeyleri otuz sekiz kereden fazla yiyemiyorduk.
Gece okuldan çıkarsak, bir daha girmemize genellikle izin verilmezdi. Sonraki zamanlarda bir daha girince çıkmamıza da izin verilmemeye başlandı ya neyse...  Böylece biz de hem bekçinin insafına kalmak istemediğimizden hem öyle zırt, pırt sağa sola gidebileceğimiz atımız, arabamız olmadığından ve ayrıca cebimizdeki kuruşların hepsi sayılı olduğundan akşam yemeği, gece kahveleri  ve sabah kahvaltısı da dahil olmak üzere her şeyi bu dört duvarın içinde yapmaya başladık...
O zamanların en büyük olayı bilgisayara ‘Regen’ komutunu girmekti. Regen, regenaration’ın kısaltılmışıdır. Bu komutu verince bilgisayar ekran görüntüsünü yeniden hesaplar ve ekranı refresh eder.  İçinizde halihazırda AutoCAD kullananlarınız varsa tavsiye ederim, regen yazıp enter’layın. Muhtemelen kaç saniye sürdüğünü sayamazsınız bile... Görüntü anında yeniden basılır ekrana... Ama o yıllarda bu işlem dakikalarca sürerdi. Bir kıçı kırık çizim dosyasına regen atmak yürek isterdi. Bu yüzden dosyalara girer girmez Auto-regen opsiyonunu kapatırdık ki, dalgaya düşüp geceyi boş ekrana bön bön bakarak geçirmeyelim. O günlerde kendi aramızda şöyle bir yöntem geliştirmiştik; canı kahve içmek isteyen kalkıp suyu ısıtır, kahveleri hazırlar, sonra da ‘Arkadaşlar bir regen koyun gelin de, kahve içelim’ derdi.
O yıllarda bizim çalıştığımız laboratuvar çatı katında,  öğrenci işlerinin olduğu koridorda, Keşşaf Bey’in stüdyosunun tam karşısındaydı. Dolayısıyla 1.5 mt’lik pencere parapetlerinin önünde avluya bakan kiremit çatılar vardı. Biz de önce sandalyeye, sonra masaya, oradan da pencereye tırmanmak sureti ile çatıya çıkar, kiremitlerin üzerine kah oturarak, kah yatarak kahvelerimizi yıldızların altında içerdik. Hiç unutmam, böyle bir kahve molasında Hilton’dan havai fişekler atılmaya başlanmıştı. Fonda da Vivaldi’nin dört mevsimi çalıyordu... O gece kahvelerimizi bir gün bu garibanlıktan kurtulup, Hilton’da zevk için havai fişek attırıp, Vivaldi çaldırabilecek paraları kazanmanın hayalleri ile içmiştik...
Bilirsiniz, Taşkışla gündüzleri enfes bir binadır. İçinde yaşamaya, koridorlarında gezmeye, bahçesinde oturmaya doyum olmaz. Ama gece olunca işler biraz değişir. Gündüz nefes kesen sekiz metrelik tavanlar, büyük pencereler, devasa çift kanat kapılar, sarkan aydınlatmalar gece olup karanlık çökünce, ister istemez gözünüze başka türlü görünmeye başlar. Belki birkaç ışık yansa, o yıllarda alışık olduğumuz üzere pek çoğu kırık olan pencerelerden giren ve koridorlarda ıslık çalan rüzgarın sesi  bu kadar ürkütücü olmazdı. Ama ne hikmetse,  giriş kapısının sağında ve solunda uzanan koridorların dışında hiçbir yerde ışık yanmazdı. Biz de nedendir bilinmez, bir dünya eşyayı taşımamıza rağmen zahmet edip bir fener almazdık elimize...
Gündüz duyulmayan sesler, gece olunca birden duyulur hale gelirdi. Damlayan musluklar, genleşen borulardan çıkan tıkırtılar, gıcırdayan menteşeler, rüzgarla sallanırken somunu öten aydınlatmalar, bahçedeki ağaçların birbirine sürten dallarının çıkardığı sesler...  Gel zaman git zaman, hayal gücümüz ‘Ferruh’ diye birini icat etti. Bu Ferruh Taşkışla’nın kontuydu ve geceleri koridorlarda dolaşarak, duyduğumuz sesleri çıkarıyordu. Seslerin arttığı zamanlarda ‘Ferruh, bir şey yok, biziz Ferruh’ diye bağırmak adetten olmuştu.  O günlerde Ferruh geldi, Ferruh gitti diye hem eğleniyor, hem de korkularımızı bastırıyorduk galiba, kim bilir...
Ben grubun içindeki tek kız öğrenciydim. Bu yüzden gece tuvalete gitmem gerekse, centilmenlerden biri mutlaka benimle gelirdi. Karanlıkta el yordamı ile gider, yine el yordamı ile tuvaleti bulur ve ne hikmetse üstümüze başımıza işemeden geri dönmeyi başarırdık. Gençken insan daha bir becerikli oluyor demek ki... Bu tuvalet seanslarının dışında da giriş çıkışlarda genellikle toplu olarak hareket etmek adettendi. Laboratuvara birlikte gelir, birlikte giderdik. Böylesi hem daha eğlenceli, hem daha güvenliydi.
Malumunuz Taşkışla’nın dört koridoru, birbirine dört kule  ile bağlanır. Grifindor, Ravenclaw, Hufflepuff ve Slytherin... Koridorların sonunda majestik merdivenler, kulelerde ise, bildiğimiz normal merdivenler vardır.  Kulelerdeki merdivenlere erişmek için yürünen yol, koridorlardaki merdivenlere erişmek için yürünen yoldan daha kısadır. Bu yüzden Taşkışla ahalisi genellikle kule merdivenlerini kullanır.
Laboratuvardan Grifindor kulesine  erişmek için dekanlık holünden geçmek gerekir. Dekanlık holü binanın çatı katında, minik bir açık avlunun etrafında dizilmiş odalardan ve yine geniş koridorlardan oluşan bir holdür... İç avlunun güzel ve yüksek pencereleri ve iki adam boyunda çift kanat kapıları vardır.
O yıllarda her tarafı dökülen Taşkışla'nın kırık camlarından içeri dolan rüzgarlardan, bu koridorda nasibini alırdı. Nasıl bir perişanlıksa artık, dekanlık hölü denen yerde, kapılar pencereler bu hava cereyanından, birbirine çarpıp iyice kırılmasın diye, kapı kanatlarının altına küçük ahşap kamalar sıkıştırılırdı...
Gecelerden bir gece, her zaman olduğu gibi laboratuvarda epey  mesai harcamış, sonunda içtiğimiz bir bidon kahveye rağmen uykuya yenileceğimizi anlayıp eve gitmeye karar vermiştik. Etrafı topladık, orada olduğumuzu gösteren tüm delilleri yok ettik, çantalarımızı, proje rulolarımızı yüklendik, o kattaki  yegane ışık kaynağı olan laboratuvarın lambalarını da kapatarak  koridora dizildik ve yürümeye başladık. O gece şansımıza dolunay vardı. Dekanlık holüne vardığımızda ay, nefis bir ışıkla holü aydınlatmıştı. Pencerelerden koridora dolan parlak beyaz ışığın ardında Taşkışla'nın çatı silüeti görünüyordu...  Gruptaki erkeklerden biri, bu güzelliğin keyfine varmak yerine, içlerindeki tek kız olmam hasebiyle, beni korkutmak gayesine kapılıp, kurt adam hikayeleri anlatmaya başladı. Bu hikayeleri anlatmakla kalmıyor, olaya daha gerçekçi bir boyut katabilmek için garip sesler çıkararak uluyordu. Olay öyle bir aşamaya geldi ki sadece ben değil, diğerleri de rahatsızlık duymaya başladı... Yapma, etme dedik ama nafile... Anlattığı hikayelerden çok memnun, durmadan thriller  efektli kahkahalar ile gülen bu komedyen arkadaşımızı susturmak mümkün değildi... O’nun gemi en çok azıya aldığı an, bizim dekanlık koridorunun kapılarına ulaştığımız ana denk geldi... Arkası camlı kapılara dönüktü, bu yüzden ışık sırtına vuruyor, iriyarı bedenini aydınlatıyordu. Yüzü yarı karanlıktaydı... Ellerini pençe şeklinde bükerek havaya kaldırdı, bir thriller kahkahası daha atarak ‘Ferruh, gel... Seni bekliyoruz, dolunayda sana sunacak kurbanlarımız var’ diye bağırdı.. Kurban ben oluyorum bu arada tabii...  Ahşap kapının açık olan tek kanadından hepimizin birlikte geçebilmesi mümkün olmadığından ben ve bir arkadaşım daha geride kalmış, önden gidenlerin geçmesini bekliyorduk.  Bu yüzden,  yüzümüz Taşkışla kontunu çağıran çakma Michael Jackson’a  dönük olarak duruyorduk. Biz millete yol vermek için beklerken, bir mucize oldu. Kırık camlardan koridora dolan hava bize doğru şiddetli bir rüzgar halinde esmeye başladı. Önce holdeki bitkilerin yaprakları dalgalandı. Sonra Thriller’cı arkadaşın arkasında kalan kapının bir kanadı, rüzgarla kendisini sıkıştıran kamadan kurtuldu ve ‘Ferruh geldiysen bir işaret ver’ diye bağıran muhtereme mabadından çarptı...
Allah'ım, bir insanın yüzünde böyle bir ifade değişikliği olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım. Bizim Slytherin’li, sadist neşesinden sıyrılıp, can korkusuna ışık hızı ile yatay geçiş yaptı...  Ferruh, Ferruh diye bağıran sesi, 'Yusuf Yusuf' şeklinde çığlıklara dönüştü ve oracığa yığıldı... Ben ve diğer Grifindor’lular katılarak gülmeye başladık. O orada ne kadar kaldı, biz ne kadar güldük vallahi bilmiyorum. Yalnız gülerken elimden proje rulosunu ve çantamı düşürdüğümü biliyorum.
Sonunda kendimize geldik, gülmekten ve korkudan bayılanları, ayılttık. Saçılan eşyalarımızı topladık ve yolumuza devam ettik. Bu olay Taşkışla'da yapılan korkutucu eşek şakalarının sonu oldu. Bir daha hiç kimse ağzına ‘Ferruh’la başlayan bir cümle almadı..
Benim de ‘Allah'ın parmağı yok ki, soksun gözünü çıkarsın’ bağlamında imanım tazelendi.

Yorumlar

  1. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Taşkışla bu kadar mı iyi anlatılır...
    Hava kararınca ne kadar korkunç olurdu, bırak sabahlamayı ki benim böyle bir tecrübem yoktur, kış günleri son derslerde ders olmayan çatı koridorlarında dolaşmak yürek isterdi...
    Eline sağlık :)

    YanıtlaSil
  3. Harika bir yazi olmus, cok guldum valla.Ellerine saglik yetenekli arkadasim benim, aynen devam....

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı