Ana içeriğe atla

Papaz her zaman pilav yemez... Bir de böylesini okuyun bari...




Benim bir arkadaşım vardı... Üç yıl önce tanıştık. Bir kış sabahında, camları buğulanmış bir kafede kahvemi içip gazetemi okuyarak, erken saatlere havalı havalı  randevu verip, sonra da gelmeyen müşterimi bekliyordum.  Dışarıda kar yağıyordu... Daha beyefendi gelecek, gelince muhakkak bir kahve içmek isteyecek, o sırada yollar iyice Arap saçına dönecek ve biz üstüne üstlük İstanbul’un öbür ucundaki şantiyeye, proje alanını görmeye gidicez... Ohoooo, ölme eşeğim ölme... İçimden 'acaba ofise mi dönsem, nasıl olsa bu saatten sonra onca işi yetiştiremeyiz, iyi ama bana ne, o gelemedi, derdine yansın, diye düşünürken sol taraftan bir sesin ‘Günaydın’ dediğini duydum, döndüm ve O'nun bana gülümsediğini  gördüm...  Yani tam filmlerdeki gibi...
Devamında bir film hikayesi beklemeyin. Öyle bir şey olmadı, çok daha iyisi oldu...  Biz kısa zamanda  iki iyi dost ve kafa dengi iki iyi arkadaş olduk.  O  yıllarda kendime göre bir sürü derdim vardı. Bilen biliyor, buradan anlatmayım. İleride bu konuda bir roman yazmayı düşünüyorum... Güzelim konuyu durduk yere harcayıp, potansiyel olarak kazanmayı umduğum paralardan olmayım şimdi...  
Konuya dönersek; o karışık yıllarda bu arkadaşım bana çok destek oldu. Ofislerimiz birbirine  yakındı. Bazen ziyaretime gelirdi, öğle yemeğini beraber yerdik... Bazen de caddedeki restoranlardan birinde buluşurduk... Bu sohbetler ruhuma ilaç gibi gelirdi. Ama garip bir şekilde O’na kalbimin bütün sırlarını açtığımı da söyleyemem.. Belki yaşadığım şeyler herkese anlatılır cinsten olmadığı için, belki onu henüz tanıdığım için... Ama sohbet ederken yenilenmiş, dirilmiş, yaralarıma adeta baticon sürülmüş gibi hissederdim...
Sonra ne oldu? Biz darıldık... Bir kahve sohbetinden sonra Allahaısmarladık derken, aslında onu bir daha aramayacağımı biliyordum. Uzaklaşırken dikiz aynasından baktım, kafenin kapısında arabasını bekliyor ve valelerle sohbet ediyordu. Elleri cebinde, sırtı yola dönük... Bu onu son görüşüm oldu...
Hayatım boyunca sevdiğim hiç kimseden vazgeçmedim. Sezen’in meşhur şarkısında dediği gibi ‘ben hiç kimseden gidemem, gitmem’... Kaç gündür kafamda bu kırgınlığı evirip çeviriyordum. Vaktiyle böyle aradığım arkadaşlarım olmuştur benim: ‘ciğerim gel görüşelim, üç günlük ölümlü dünya, ne dargınlığı’ diyerek... sevmem çünkü kimseyle küs olmayı...
Bu akşam da elim telefona gitti, tam arıycam, olanı biteni fark ettim... Hayatıma bir sabah kahvesiyle geldi, ikindi kahvesi ile gitti...  Geçen zamanda bana asla yapamam dediğim şeyleri yapmak için cesaret verdi.  Gittikçe daralarak beni boğan çemberlerimi kırmam için destek oldu. Sayesinde hayatımın akışı değişti. Ama bunları bilerek mi yaptı, hayır... Sadece beni dinledi, benimle sohbet etti, arkadaşım oldu... Ruhumda yarattığı metaforu asla bilemeden, kozamdan çıkıp kanatlarımı parlayan güneşin altında açtığımda, bana son kez baktı ve gitti...
Telefonu bıraktım... Her şeyin bir başlangıcı varsa, sonu da olmalı... Dostluklarda bundan vareste değil... onu ne kadar sevsem de, özlesem de, aramaktan vazgeçtim... Son günlerin meşhur lafı var ya; ‘akışa’ teslim ettim... Hatta racona ters olmasına rağmen, kalbimden pembe ışıklar çıkardım, onu pembe ışıklarla yıkadım, üstüne pembe kıyafetler giydirdim ve zihnimdeki kapıdan çıkıp gidişini izledim. Gerçi maksimum reklamı gibi olmadı değil, ama elden bir şey gelmez. Kaide bu; sevginin rengi illa pembe olacak. Döndü, bana el salladı. Ben de ona el salladım... Belki, dedim bir gün yeniden görürüm seni... Burada olmayacak bunu biliyorum... Varsa eğer, başka bir dünyada gayri... Sana bir teşekkür borcum var... İster bil, ister bilme, benim için çok şey yaptın...
Gözlerimden yaşlar aktı, kuruladım... Sonra geldim bunları yazdım...


Yorumlar

  1. Cok duygulandim okurken..Onun da seni hissettigine inaniyorum.....

    YanıtlaSil
  2. Güzelim niye borcun olsun ki,belki sen de ona birşeyler gösterdin,malum pembe(sevgi içimizde) hocalardan biri demişti ki yaşamda ruhsal olarak değiştiğinizin en büyük göstergesi birilerinin gidip yerine sessizce yenilerin gelmesidir ...Vallahi ben de tutuyor:)Sen var ya sen şu sevgi içimizde,ışığı gördüm konularında devrim yaratacaksın:))

    YanıtlaSil
  3. 38 yıllık şu ortak abla kardeş hayatımızda, sana hep söylediğim ve senin de ısrarla anlamadığın gerçek gene yaşanmış hayatında. Söylenecek pek fazla bir şey yok. Ne denir ki seni 20 yıllık hayat arkadaşın, çocuklarının babası anlamamış da, bir iş arkadaşlığı ile başlayan, kısa süreli dostaneliğini, bu hatun kişi mi anlayacak. Sen kırma o güzel gönlünü bu tip hayata dair kıymet bilmez dostlarla.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı