Ana içeriğe atla

EGO, geldinse üç kere vur...

Ben Ankara’lıyım. Orada doğdum, ondört yaşına kadar orada yaşadım, sonra İstanbul’a geldim. Ankara’da EGO, Elektrik-Gaz-Otobüs idaresinin kısaltmasıydı. Bütün otobüslerin ve otobüs duraklarının içindeki bankların üstünde EGO yazardı. Ankaralı’lar bu kısaltmayla ‘Erken Gelen Oturur’ şeklinde dalga geçerlerdi. O yıllarda toplu taşıma imkanları sınırlı olduğundan, otobüslerde ve duraklarda ancak erken gelenler oturabilirdi. Bu da kısaltma ile edilen alaya, tuhaf bir gerçeklik katardı.
Yıllar geçti. Kişisel gelişim modası başladı. Herkes bu ‘ego’ lafını diline doladı. Ego aşağı, ego yukarı... Yok ego şöyle olursa, kişisel gelişim böyle olur, olmazsa olmaz. Ego konuşursa, iç ben susar... iç ben konuşursa, ego dağa kaçar... Ben ne zaman bu gelişim çalışmalarından birine katılmaya kalksam, aklıma hep Ankara Bahçelievler’deki evimize en yakın durak olan Pazar durağında, tek ayağı kısa olduğu için hafif yamuk duran solgun kırmızı bank ve bankın sırt kısmına oyulmuş EGO yazısı geldi. Bir türlü seminere konsantre olamadım. Dolayısıyla ego ile olan derdimi de halledemedim...
Derken, kaderim seansına ikiyüzelli lira vermeden, ego’nun ne olduğunu sezebilmek için bana bir fırsat verdi. Böyle şeyleri sezmesi zor, sezdiğini anlatması daha da zor... şayet anlattığımdan birşey anlayan olursa, beni de bir nevi kişisel gelişimci kabul ederek, yazının altındaki hesap numarasına gönlünden geçen miktarı havale edebilir.
Efendim, öncelikle başıma gelen olayı anlatarak başlayım. Geçenlerde, kısa bir telefon konuşması yaptım. Bu konuşma sırasında hafif yollu aşağılandım. Eskiden olsa, söylenenlerin tamamını kendi üzerime alırdım. Gerçi ilk başlarda bir kısmını yine de üzerine aldım. İçimden ‘allah’da benim belamı versin, neden bu lafı işitecek şekilde davrandım ki, eşşeklik bende’ diye kendime sövdüm. Yüreğim acıdı... Akşama doğru işlerim bitince, bu sevimsiz olay tekrar aklıma geldi. Işıkları yaktım, konuyu masaya yatırdım...
Kişisel gelişim uzmanlarının hep söylediği birşey var: ‘şayet insanlar sizin bir konuda canınızı yakıyorlarsa, o konuda probleminiz vardır’... bunun açıklaması şu galiba: o noktaya dikkat edin,  orada kanayan bir yara var. Acı, yaraya basılan tuzdan gelmektedir. Kuramın devamı şöyle;  siz o noktadaki problemi bulup çözdüğünüzde, bir daha o insan size o şekilde davranmayacaktır...Ben bu noktada, uzmanlara katılmıyorum. Malum ‘huylu, huyundan vazgeçmez’... Bence o insan bize her daim öyle davranmaya devam edecektir. Sadece biz yarayı iyileştirmeyi başarırsak, tuz sağlam deriden içeri giremeyecek, bünyede tahrifat yapamayacaktır.
Peki karşı tarafa bu acı sözleri söyleten nedir? Neden bazı insanlar, bilerek veya bildiklerini bilmezden gelerek, etraflarındaki insanları incitmeye meyilli olurlar? Uzmanlara göre onlara bunu yaptıran ego’dur...  O zaman bu ego denilen şey kısaca, ‘kendini bir bok sanma sendromu’ olabilir mi? Eskiden büyüklerimiz böyle davranan birine rastladıklarında ‘kıçımın kenarı’ derlerdi. Şimdilerde bu tarz insanlara ‘ego’su yüksek’ deniyor. Zaman zaman hepimiz bu tuzağa düşüyoruz aslında. Dolayısı ile bazen yaralananan, bazen yaralayan konumunda, dişlinin çarklarının birbirine geçerek dönmesi gibi bazen ezik, bazen kıç kenarı şeklinde yaşamaya devam ediyoruz.
Şayet şanslı isek,  güçlü bir duygusal dalgalanma bizi  bu çarkın dışına atıyor. Sıkıntımız, koşarak çarkın içine atlamamızı engelleyecek kadar büyükse, bir süre sonra  dönen düzen gözümüze garip görünüyor. İşte farkındalık dedikleri şey de bu noktada başlıyor. İnsan dışarıdan seyrettikçe, benlik duygusu ile lanetlenmiş hemcinslerinin,  kendileri dışında kalan herşeyle aynılıklarının farkına varmayı nasıl red ettiklerini  anlamaya başlıyor. Gerçekte vazodaki çiçek de, ahırdaki eşşek de, evdeki insan da hep aynı... hepimiz daha önce ölen yıldızlardan yapıldık. Birgün öldüğümüzde bizden de yıldız yapacaklar... evrende en önemsiz saydığı şeyle bile aynı olduğunu anladığında, bazıları gidip ahırdaki eşşeğinin boynuna sarılıyor. Kendini önemli saymaya devam etmek isteyenler de elindeki  mertek ile dürtmeye devam ediyor.
İnsanda benlik duygusunun nasıl geliştiğine dair bazı tahminlerim var. Ama ne yazık ki henüz emin değilim. İleride ünlü bir yazar veya kafayı çizip kişisel gelişim uzmanı olursam, burada yazdıklarımı ‘ulan angut, vaktiyle öyle demiyodun, ne oldu şimdi, yemedi mi’ şeklinde önüme koymayacağınızı varsayarak, konu hakkında birkaç satır yazayım  diyorum...
Benlik duygusu galiba algılarımızın ürünü...  Dünyayı beş duyumuz  ile keşfediyoruz. Elde ettiğimiz verileri de beynimizde işliyoruz. Algılarımız aslında bize çok sınırlı bilgi veriyor. O yüzden de etrafımızı sadece maddesel anlamda algılayabiliyoruz. Şeklen birbirine benzeyenleri, benzemeyenlerden ayırıyoruz. Bu düşünce, bize diğerlerinden  farklı olduğumuz  hissini aşılıyor. Kendimizi eşsiz hissediyoruz. Oysa duyamadığımız binlerce ses, göremediğimiz binlerce renk var etrafımızda... buna rağmen evrenin en mükemmeli olduğumuza inanıyoruz. Düz yolda yürürken, her dakika başka  birine çarpacak kadar kısıtlı algılarımız olduğu halde, binlercesi havada dalgalanarak uçan ve bir teki diğerine çarpmayan kuşları nasıl oluyorda kendimizden aşağı görüyoruz... Düşününce absürd geliyor değil mi?
Diğer canlıları kendimizden aşağıda görme duygumuz, kendimizi diğer insanlardan yukarı görme arzumuza giden yolu açıyor. Alışmış kudurmuştan beterdir, derler... Bir kere kendini doğadan ayıran akıl, en kolay algılayabildiği şey o olduğundan, çok değerli saydığı maddeye verdiği kıymeti, kendi şahsiyetine ekleyerek, başlıyor diğer insanları katagorize etmeye... yükselen değer, neye sahip olduğun oluyor...  böylece ayrılıyoruz: sen zenginsin, ben fakirim... ben kültürlüyüm, sen cahilsin... beriki  müdür, öteki işçi... say, say bitmez... daha böyle neler var neler...
Gelelim bu benlik duygusunun ikili insan ilişkilerine nasıl yansıdığına... Maddi kıymetleri biriktirerek değerli olmayı alışkanlık haline getiren insan doğası, nadir olana daha çok değer verdiğinden, kendinin de nadir olduğunu görerek değerli olduğuna inanmak istiyor. Bu yüzden biri bizi adam yerine koyduğunda, bize ilgi gösterdiğinde, onun için nadir sayılan birşey olduğumuza inanıp, mutlu oluyoruz. Şayet adam yerine konulan, tekamül etmiş bir ruh ise, bu ilgiyi kendisine sunulan çiçeği alıp, saçına takan güzel bir kadın gibi zerafetle kabul ediyor. Ama kıymet verilen insanın, daha gidecek yolları, görecek halleri var ise, gösterilen ilgi, sadece adrenalin salgısını yükseltiyor.
Ve  böylece, aslında ne kadar da güzel yürüyebilecek pek çok dostluk, arkadaşlık hooop suya düşüyor. Dostluk ve arkadaşlık dedim, dikkat ettiyseniz. Bence aşk bunun dışında... aşk için içine girdiğinde, bütün kalkanlar iniyor. Bu o kadar güçlü bir çekim ki, tüm insanlar aşkın peşinde koşarken, o bana ne dedi, ben ona ne dedim, dur şuna bir cevap veriyim, tak lafı oturtayım, bu da sana kapak olsun, tarzı tüm yaklaşımları bir kenara bırakıyorlar... belki de sürekli aşkı arayışımızın sebebi; ego’nun olmadığı bir dünyada yeniden var olabilmek... Gerçi aşk da birgün bitiyor, ego saklandığı delikten çıkıyor, üstünlük savaşı başlıyor. Derken, biri diğerini yeniyor ve böylece iki kişi de kaybetmiş oluyor... binlerce yıldır seyrettiğimiz film tekrar başa sarıyor, falan filan... ama bu ayrı bir yazının konusu olabilir. O yüzden kenara koyalım, aşksız ilişkilerdeki ego çatışmalarına geri dönelim...
Geçenlerde şöyle bir şey  yaptım. Bana karşı her konuda dürüst olduğuna inandığım bir insana, aklımdan onunla ilgili geçen tüm düşüncelerimi söyledim. Sonuç felaket oldu... O’na değer verdiğimi hissettiği anda, kendinde beni üzme hakkı gördü... Ego’su ona, benim için nadir ve değerli olduğunu, onu kaybetmek istemeyeceğimi, bu yüzden beni istediği gibi incitmeye hakkı olduğunu söyledi sanıyorum. Ne kadar da bildik bir şablon... neden hep böyle olur bilemiyorum.  Bu evrendeki ölümcül yalnızlığımıza rağmen, bize can yoldaşı olabilecek pek çok ruhu, sadece birkaç dakikalık üstünlük duygusu uğruna hangi akla hizmet, harcarız acaba... sorunun cevabını bilmiyorum ama kendimizi nükleer atıklar, terör, kanser, trafik kazası gibi gerçekten incitip öldürebilecek şeyler dururken, neden en çok diğer insanlardan sakındığımızı anlayabiliyorum...
Her duyguma bir şarkı eklemek şu sıralar alışkanlık oldu. Veya şarkıların gelip beni bulması, hissettiğim şeylerin zamanlamasına denk düşüyor bu aralar... bu hafta sonunu da Tim Finn’in 1981’de  şarkı haline getirilen bir şiirinin cover’ını dinleyerek geçirdim...
I don't wanna dance
Dance with you baby no more
I'll never do something to hurt you, though
Oh but the feeling is bad
Baby now the party's over
For us, so I'll be on my way
Now that the things which moved me
Are standing still

I don't wanna dance
Dance with you baby no more
I'll never do something to hurt you, though
Oh but the feeling is bad...

Bu şiirleri, şarkıları görünce de insan şunu anlıyor: Herkes vaktiyle aynı şeyleri hissetmiş... Ne garip... Duygularımız bu kadar ortak olmasına rağmen, hala ölümüne yalnızız... Bu da bize yaratıcının bir oyunu galiba.. aslında bütünün parçası olduğumuzu kavrayana kadar, aynı acıları çeksek bile, birbirimize deva olamıycaz. Yürürken bedenlerimiz çarpışsa bile, ruhlarımız teğet geçecek, birbirimizi asla anlayamıycaz...
Böyle değilse de, galiba buna benzer şeyler...  neyse, taşlar zamanla yerine oturur nasıl olsa...
Haftasonu, gezmekten, eğlenmekten yoruldum. Biran evvel uyuyup dinlenmezsem, yarın hiçbir işe hayrım dokunmayacak... 
Bir sonraki yazıda buluşana dek, şen ve esen kalın... Ego'nuzun sesine de fazla kulak asmayın...
Hepinize iyi akşamlar, kovalasın sizi tavşanlar...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı