Ana içeriğe atla

Sevgili Güzin Abla, ben kırkbir yaşında, boşanmak isteyen genç bir bayanım...

Bu yaz bana en çok sorulan üç soruyu yazıyorum:
1.       Nasılsın Gülfem?
2.       Yaz nasıl geçiyor?
3.       Boşanmak istiyorum, sence ne yapmalıyım?...
Başıma gelen herşeyi yazmak veya konuşmak adetim yüzünden, bir parça Güzin Abla konumuna gelmeyi ilk başlarda bende normal karşıladım ama olayın benimle girişilen ikili sohbetlerin bir numaralı mevzusu olmasını açıkcası beklemiyordum.
Soruyu soranların çoğu arkadaşım olmasa 'evlenirken bana mı sordunuz, de hadi gidin evinize' deyip kovalıycam ama olmuyor işte.. Çoğu canım ciğerim, neredeyse hepsini çift olarak da tanıyorum... Çok azının eşini tanımıyorum veya tanıyorum ama samimi değilim. Bu aslında kötü bir durum.  Olayın boyutları ne kadar facia olursa olsun, görünen köy ne kadar klavuz istemezse istemesin, tarafların ikisi de arkadaşım olduğunda, objektiflik hak getire... ne diyim şimdi ben? Sizi böyle tanıdım, böyle seviyorum, ayrılmayın sakın.... Hal böyle olunca da ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamıyor insan. İki camii arasında bi-namaz durumları...
Üniversiteden mezun olduğumuz yılları hatırlıyorum. Hepimiz aşıktık. Ne oldu da bu hale geldik. Aynı evlerin ve hayatların içinde nasıl bu kadar yabancılaştık. Neler yaşadık da, birbirimizden devam etmek için değil, bitirmek için akıl ister olduk...
Bazen düşünüyorum, belki evlenmeseydik, aşklarımız bir ömür boyu sürerdi. Şu halkaları parmağımıza takmasaydık, yemeğe gelen kaynana, yenge ve eniştelerle uğraşmasaydık, ev dağıldı, yemek pişmedi, klozetin kapağı açık kaldı, çorba soğuk, zeytinyağlı sıcak diye bağrışmasaydık, birbirimizin kirli donlarını, çoraplarını sehpaların altından toplamasaydık, belki de işler bu hale gelmezdi... Hepimiz kendi hayatlarımızı yaşasaydık, beklentisiz ve kuralsız sadece aşk için bir araya gelseydik, akşam mecbur olduğumuz için değil de, özleyerek, isteyerek gitseydik o evlere... kavga etmek yerine sevişmekten yorgun düşseydik uykulara... Daha iyi olmaz mıydı?..
Olurdu, ama olmadı... neden olmadı bilin bakalım. Kadınların namus ve ayıp kavramları yüzünden mi? Hayır... erkeklerin sorumsuzluğu yüzünden olmadı. Kadınları değil, erkekleri bağlamak için icat edildi bu düzen.... Ve itici güç olarak da ahlak kuralları denilen marifeti kendinden menkul şeyler kullanıldı... Yoksa Lidya’lılar sadece parayı buldu, evlilik cüzdanını değil...
Erkeklerin sevgisi, kadınlar kadar koşulsuz olmuyor...  bu yüzden evlilik bağı ile bağlanmalarına ihtiyaç var sanırım. Hem sorumluluktan sıyrılmaya yatkınlar, hem de sevgilerini vermeden önce her bir şartın bir tamam yerine gelmesini istiyorlar. Arkadaşlarımdan biri yıllar evvel boşandı. Baba aldı başını gitti... Kızcağız dişini tırnağına taktı, o çocuğu ortaya çıkarttı. Derken, baba çıka geldi... Bu benim evladım, sonuna kadar arkasındayım, diye... İnsanın içinden, hangi dağda kurt öldü, diye sormak geliyor. Biraz kurcalayınca bu duygusal tekamülün altından şu çıktı: babanın ikinci evliliğinden olan çocuğu doğuştan engelli... hadi bakalım... öbürü koşulları karşılayamayınca, babanın sevgisi bizimkine kaldı... Arkadaşıma sordum, ne hissediyorsun, diye... bu şekilde de olsa evladına sahip çıkmasından memnunum dedi... O da anne işte... yine koşulsuz kabul etmiş olanı biteni...
Evren, en basitten başlayarak, gittikçe karmaşıklaşma eğilimi içinde... Fizikte bunu açıklamak için oluşturulmuş ‘karmaşıklaşma eğilimi’ diye bir kuram dahi var. İnsan da maalesef şu anda bilinen en karmaşık organizma. Dolayısı ile yavrusu da, en zor büyüyen, en zor ergen olan ve en geç başının çaresine bakabilen tür.. İnsan yavrusu doğduktan altı ay sonra evden ayrılacak hale gelebilseydi, zaten evlilik diye bir kurum kalmazdı. Ama olmuyor işte... bu mükemmel karmaşık varlık en az yirmi sene emek istiyor. Dolayısı ile bir birliktelik lazım. Erkekler yavruya, yirmi sene boyunca, annenin sahip çıktığı şekli ile sahip çıkabilse, hepimiz yırtıcaz. Ortada ne evlilik kalacak, ne boşanma... Beşyüz sayfalık medeni kanun on sayfaya inecek. Gel görelim, erkek eline geçen ilk fırsatta bu sorumluluktan sıyırılmanın yoluna bakıyor. Kadın da mecburen kendini garantiye almak istiyor. Ondan sonrası zaten, malum.. nikah kıyılıyor, yüzükler takılıyor. Kaynana, yenge, enişte yemeğe geliyor, karşılığında el öpmeye gidiliyor. Gelinin pişirdiği böreğin içi hamur olsa iki sene, pilav lapa düşerse, en az beş sene dedikodusu yapılıyor... yani diyeceğim odur ki; buyrun cenaze namazına...
Bana ‘boşanmak istiyorum, sence ne yapmalıyım’ diye soranlar erkek ise, sorular şu anda içinde bulundukları duruma ait oluyor. Daha çok ‘bunu karıma nasıl söylerim veya ne kadar nafaka ödemem gerekecek, gibi... Kadınlar ise geleceğe ait sorularla geliyorlar... ‘çocuklar nasıl alıştı, sen ne yaptın, yalnızlık zor gelmiyor mu, tekrar ne zaman mutlu oldun, gibi...
Dedim ya, akıl verilecek bir konu değil... Ben elden geldiğince dinlemeye çalışıyorum. Kendim o günleri yaşarken, en büyük arzum dinlenilmek ve anlaşılmaktı... insan ister kadın, ister erkek olsun, öncelikle birilerinin kendisini adam yerine koyduğunu, dinlediğini, anladığını bilmek istiyor... akıl istemek aslında ikinci perde..
Kadınların bir derdi daha var... İşler biraz ters gitse, hemen ikinci bir kadın sebebi ile eşlerinin ilgisini kaybettiklerine inanıyorlar. Veya aldatıldıklarını öğrendikleri için boşanmak istiyorlar... Şimdi arkadaşlar, bu hassas konuya geçmeden önce bir hususta anlaşalım. Erkeklerin yüzde doksanı aldatır. Bunun aksini iddia eden, boyundan büyük halt ediyor demektir. En yakın arkadaşlarımdan biri böyle bir kriz yaşadı, birkaç ay önce... O vakit O’na da söyledim, bence ayrılık için en sudan sebep aldatılma... bu şekilde düşüneceğimi çok değil beş sene önce söyleselerdi ‘hadi ordan’ derdim. Hatta bana bu şekilde nasihat eden büyüklere de kızıp köpürdüğümü hatırlıyorum.  Ama şimdi anlıyorum ki, her zaman olduğu gibi tecrübe o zamanda doğruyu söylemiş. Aldatılmak üzerinde durulması gereken bir kavram değilmiş. Erkekler bunu yapıyorlar. Ama eşlerini sevmedikleri veya öteki kadını sevdikleri için değil, kendilerini onları sevdiklerinden daha çok sevdikleri için yapıyorlar... ortada yaşamak istedikleri bir zevk var... bir değişiklik heyecanı...  onlar için herşey müdavimi oldukları bir restoran yerine, başka bir yere yemeğe gitmek kadar basit. Gel lakin, kadınlar kocalarının aldatma arzusunun sebeplerini kendilerine bağladıklarından, inanılmaz yaralanıyorlar. Tercih edilmedim, istenmedim, beğenilmedim zannediyorlar... Ve ne hikmetse, kırkını geçmedikçe veya boşanmadıkça veya onu dipten doruğa sarsan bir olay olmadıkça, konunun ne denli önemsiz bir adi zabıta vakası olduğunu kavrayamıyorlar...
Biz bu konuda hem boşanarak, hem kırkı geçerek çifte kavrulmuş kıvamına geldik şükür... birçok şey önümüzde ayan beyan belirdi. Konu hakkında allah’ın izni ile erdik. Evlilik denilen defterleri açmamak üzere kapadık. Ama ne yazık ki evrende garip bir yasa var. Keçinin sevmediği ot, her daim burnunun dibinde bitiyor. Dolayısı ile etrafımız, bizimle evlenmek isteyen adamdan geçilmiyor.  Eskiden bakardım, kendi kendime ‘gencecik kızlar koca bulamazken, bu kırklık kocakarılar nasıl oluyor da evleniyorlar’ diye hayret ederdim.  Aslında olay basitmiş... Herşey kadının değişen psikolojisi ile ilgiliymiş. Kadın milleti konuya alakasını yitirince, rahatlıyor. Bedel istemek, hesap sormak tarihe karışıyor. Bu yaştan sonra olanı biteni eskisi kadar önemsemiyor. Adam aramış, aramamış, öyle demiş, böyle demiş zerrece umurunda olmuyor. Hayatında ilk kez, kendini sevmeye bu yaşlarda başlıyor... Çocukları varsa ikinci sıraya, yoksa listenin en başına ilk kez kendisini yazıyor. Sonuçta enerjisi, elektriği değişiyor. Hem egoistleşiyor, hem büyük bir şefkat, anlayış ve sevecenlikle doluyor. Bunların sonunda da inanılmaz güzelleşiyor. Aradaki geçiş nasıl oluyor halen anlamış değilim ama bu dönüşüm erkeklere inanılmaz çekici geliyor.
Dün gece bir arkadaşım aradı. Üç çocuk annesi , kırkbir yaşında bir kadın kendisi... Güllü dedi, bu gün bir evlenme teklifi daha aldım. Adama ‘adını kapıdaki listenin altına yaz, bilgilerinde değişiklik olur ise güncelle, icap ederse ben seni ararım’ demiş...
İki saat güldük... bizdeki rahatlığa ve şımarıklığa bakar mısınız? Dünya umurumuzda değil... Ha derseniz, bunun için ne bedeller ödedin? Söyletmeyin şimdi, nasılsa biliyorsunuz....

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı