Geçen hafta bir arkadaşımın evinin bahçesindeki minderlere yayılıp, oturduk. Ayağımızın dibinde bir termos çay, önümüzde sigara börekleri... Gökyüzünde, dolunay’a bir çentik kalmış kocaman bir ay... Önümüzdeki tepsinin içinde yanan küçük mumlar...
Birbirimizi üniversiteden beri tanıyoruz. Üçümüzde mimarız. Özgür, bağımsız, tek başına, çocukları ile birlikte hayat mücadelesinin göbeğinde, göze göz, dişe diş kadınlarız hepimiz... Görüşünce çok mutlu oluyoruz. Görüşemezsek özlüyoruz. O akşam da buluşunca çok memnun olduk. Sarmaştık, kucaklaştık, öpüştük, minderlere çöktük...
Eee, hadi kızlar çay içelim.. aç arkadaşım termosun kapağını... açılmıyor şekerim bu.... ay neden açılmıyor, ver sen onu bana...
Üç kadın sırayla denedik, hiçbirimiz kapağı açamadık. Ev sahibi arkadaşım oğlunu çağırdı. Gel annem, şuna bir el at... ben o sırada içimden şöyle düşünüyordum: ‘yetişkin kadınlar, o kadar denedik, beceremedik. Şimdi bu yavrum da açamazsa kapağı... çocuğumun delikanlı gururu kırılacak birşey değil... ben daha düşüncenin sonunu getirememişken, 12 yaşındaki çocuk, kapağı açıvermesin mi? Vay... analar ne aslanlar doğuruyor. Helal olsun...
Arkadaşlarımın iki oğlu var, benim iki kızım... Bizim delikanlı kapağı açıverince, içime yine o bildik sızı düşüyor. Benim neden bir oğlum olmadı?...
Bu gönül ağrısını ilk kez geçen sene Bodrum’da hissetmiştim. Bir günlüğüne Bodrum’a gitmiştik. O gece orada kalıcaz. Sabahına da feribota binip Rodos’a geçicez. Akşam yemeği için kızlarla beraber bir restorana oturduk. Bir süre sonra etrafımızdaki masaların hepsi doldu. Hancı sarhoş, yolcu sarhoş. Bodrum zaten alem bir yer... belki de bu yüzden bir türlü sevemiyorum o kasabayı... at izi, it izine karışık. O sarhoş kalabalığının arasında iki kızımla otururken içimden ilk kez ‘ah’ dedim.. ‘Ah keşke bir de oğlum olsaydı’...
Yıllar önce profesyonel bir falcıya fal baktırmıştım. Kadın bana bir tane daha çocuğum olacağını, onun da erkek olacağını söyledi. Ben o zamanlar elinin tutmadığı, gözünün görmediği hiçbirşeye inanmayan bir angut olduğumdan, kadını tersledim. O da bana şöyle bir baktı ve ‘hayat bir seçimler bütünüdür. Seçersen bir yöne, seçmezsen diğer yöne gidersin. Sen şayet çocuk sahibi olmayı seçersen, bir oğlun olacak, benden söylemesi’ dedi...
Kadıncağız kendisi söyledi, kendisi işitti.. ben diğer yöne gittim. İki kız çocuk sahibi olarak kaldım. Bugün her ne kadar kafamı taşlara vursamda, bir oğlum olması şansımı, geri teptim. Tabii bunda doktorumun ‘doğurursan, ölürsün’ demesinin de etkisi oldu, ne yalan söyleyim... Benim doğumlarım da vakadır aslında.. tıbben, çocuk sahibi olması imkansız bir kadındım ben... iki kız doğurdum ama nasıl doğurdum. Bir allah biliyor, bir ben biliyorum... olmadı birgün bunu da yazayım. Belki çocuğu olmayan birileri okur, umutları tazelenir. Benim durumumda olupta çocuk sahibi olabilen kadınların tıp literatüründe isimleri var... benim doktorum üniversitede hoca olmadığı için ben kayıtlı bir vaka değilim, ama işin gerçeği bu...
Tanrı beni ikisinde de korudu, kolladı... Nedense üçüncü için aynı cesareti gösteremedim. Ama kabahat doktorda kardeşim. Beni çok korkuttu... İkinci kez hamile olduğumu söylemek için aradığımda ‘sen bir kere bilet aldın, biletine büyük ikramiye çıktı. Şimdi bir daha bilet alıyorsun, sanıyorsun ki bir daha büyük ikramiye çıkacak’ demişti.
Deniz doğduktan sonra odada beni ziyarete geldiğinde bende ona ‘ben bir bilet aldım, büyük ikramiye çıktı. Bir bilet daha aldım, ona da büyük ikramiye çıktı, naber’ demiştim. Sonrasında üçüncüyü doğurabilirmiyim diye sormak için muayenehanesine gittiğimde beni ‘ulan lime lime dağılıyorsun. Az kaldı masada kalacaktın. s..iktir git’... diye bağırarak kovalamasa, yine de doğururdum... ama o gün biraz cesaretim kırıldı galiba...
Devamını zaten biliyorsunuz. Artık boşandım. Yaşımda geçti, dolayısı ile erkek çocuk annesi olmak ümitlerim çoktan yan yattı, çamura battı...
Şimdi diyeceksiniz ki, erkekle kızın arasında ne fark var. Bir fark yok... bende fark var diye istemiyorum zaten. Ama ‘care edilme sendromu’ denilen bir illet var. Bu kadınları zaman zaman pençesine alıp sürüklüyor. Galiba bende bazen buna yakalanıyorum. O vakitler burnumun direği sızlıyor. Bir oğlum olsaydı, bize sahip çıkardı diyorum. Ne de olsa üç kadın, yapayalnız kaldık bu dünyada...
O gece arkadaşlarımdan biri bir hikaye anlattı.. Çocuğu üç-dört yaşlarında iken, bir gece aniden ateşlenmiş. Arkadaşım bir taksi çağırmış, almış çocuğu kucağına, düşmüş hastane yollarına.. çocuk küçük, bizimki o vakitler otuzuna yeni basmış bir taze... o kadar telaşlı, o kadar telaşlı ki, eli ayağına dolanıyor. Taksi şöförü dayanamamış sormuş ‘abla senin bir sahibin yok mu’ diye... daha bizimkinin ağzını açmasına kalmadan, kucağında yarı baygın yatan çocuk ‘babam yok benim, bizi bıraktı gitti’ demiş... Taksi şöförü bunu duyunca ‘abla’ demiş.. seni yalnız başına bırakmam hastanede. Bende geliyorum... birlikte gideriz, doktor ne derse der yavruya, sonra ben sizi evinize bırakırım’....
Gökte ay dolunaya bir çıt kalmış... tepside mumlar yanıyor... elimizdeki bardaklarda soğuk çaylar. Dinlerken içmeyi unutmuşuz. Gözlerimizde yaşlar... Evet, yok bizim bir sahibimiz... gece yarısı çocuğumuz ateşlenirse, bizi hastaneye götürecek kimsemiz yok... gece kapımız zorlanırsa, yataktan fırlayıp koşacak kimsemiz de yok... hastalanır çalışamazsak, eve ekmek getirecek kimse de yok... bir tek biz varız işte... herşey için sadece biz... beğenseler de, beğenmeseler de....
Ben bunları yazarken, son günlerde dinlemeyi adet edindiğim Sezen albümlerinden biri çalıyor... Sezen diyor ki; pişman mıyım? Asla... güzelleştim yasla...
Ben yazının sonuna gelene dek, o şarkı bitiyor. Bir başkası başlıyor:
‘Ben şansımı zorladım,
Ayakta kalmak için...
Tutunamadım doğduğum şehirlere,
Önüme düşer gölgem, o nereye ben oraya...
Bu gece doğduğum şehirden uzakta yazıyorum bunları... İnsan doğduğu şehirden de kopmuşsa, onu bağlılıkların gerçek olduğuna inandıracak çok az şey kalıyor hayatında... kök kesilmiş bir kere... çocukluk manzaralarının yeri asla dolmuyor... Bu şehre, aşkla bağlanmıştım. Şimdi o da bittiğine göre, köklerim bir kez daha kesildi demektir... Çocuklarım da olmasa, gölgem nereye, ben oraya...
Gecenin bu vaktinde, kırkiki yaşında hayattan birşey daha anlıyorum. Modern kadın, feminizm falan palavra... bu hayat ancak kadın kadın gibi, erkek erkek gibi olursa, yaşamaya değer bir yer oluyor. Kadın erkek gibi olmuşsa veya erkek incelip kırılacak hale gelmişse, hiç birşeyin tadı kalmıyor. Aklıma arabamızı süren, evimize ekmek getirmek için sabahın altısında Ankara’nın ayazına çıkan, akşam eli kolu dolu geri dönen babamın görüntüsü birkez daha geliyor. Pazar günü bozuk elektrik süpürgesini tamir edişini, deprem olduğunda koşup bizi yataklarımızdan kapıp kaldırmasını, annemi tek kolu ile omzuna atıvermesini, gece kapı ansızın çalınırsa, siz oturun, deyip kapıya gidişini, akşam dokuzdan sonra çalan telefonları hep onun açışını hatırlıyorum. Az mı kavga ettim babamla... hayatlarımıza ne kadar çok müdahale ediyorsun diye... bu gece anlıyorum ki, müdahale etmiyormuş. O sadece yapması gerekeni yapıyormuş. Meğer, evimizin direğiymiş, o bizim babamızmış, hepimize kol kanat geren oymuş, sevenimizmiş, sahibimizmiş....
Ne kadar hüzünlendim gece gece... ama ne yapalım bende insanım. Arada oluyor işte böyle... Allah’tan yarım akıllının tekiyim. Sabaha kadar nasılsa herşeyi unuturum...
Son birşey... Geçenlerde bu hissiyatımdan bahsederken bir arkadaşım ‘senin gibi okumuş, meslek, iş güç sahibi bir mimar kızımız da böyle derse, nasıl bir adım ileriye gidecek bu kadınların hali’ dedi...
Ben de diyorumki; ileriye gittikte ne oldu... başımız göğe mi erdi. Her zaman kırk haneli köyde inek sağan kadının bizden daha mutsuz, bizim ondan daha yukarıda olduğumuza inanmadık mı? İş, güç, meslek, para sahibi olmak neyi değiştirdi... hepimizin göğsünde atan aynı kadın kalbi değil miydi?
Hadi yatalım, uyuyalım... yarın bizi kurtlar sofrasında, baştan eşit olmadığımız bir macera daha bekliyor. Uyuyalım ki, unutalım... Sabah arabının kontağını çevirdiğimizde yine herşeye hazır olalım...
Seni okumak çok zevkli .Hala çok iyisin !Güllü serisini kitap olarak yazman lazım !Şaka değil.!
YanıtlaSil