Ana içeriğe atla

Ahşap Detayı Arası, Yazı Molası...

Deniz kenarında yaşamak güzeldir. Sabahları elinizde bir bardak çay ve tabağınızda bir parça peynirle, manzaraya bakan koltuklardan birine oturursanız, deniz sizi, yüreğinizden geçenlerin  yaşamın kendisi olduğuna inandırır...
Benim bu konuda, manzaraya yardımcı olan bir de müzik setim var. Eşyalarıma bağlanmak adetim yok ama bu aleti seviyorum. Düğmesine basınca, müzik  bütün evi dolduruyor, duvarlardan akıyor... Bu set istediğiniz her türlü ambiansı  yaratabilecek teknolojik donanıma sahip. Romans, neşe, korku... içinizden ne geçiyorsa... Geçen kış almıştım. Bana ‘belki de ölüyorsun’ dedikleri haftanın Pazar günüydü. Kardeşimle birlikte mağazaya gittik. Adamların istediği ‘yerli araba’ parasını tereddütsüz ödedim. Öyle ya ölüyorum anasını satayım, zaten bitmiş gitmiş... aldık, getirdik. En az yirmi tane kutu.. aç, aç, tak, tak bitmedi... neyse sonunda çalıştırmayı başardık. O gece seyrettiğimiz filmden aldığımız keyfi hiç unutamam...
Ölüm haftası gerçekten çok güzeldi. Aklıma ne geldiyse yaptım. Hatırlıyorum; dünya gözüme kocaman bir lunapark gibi görünmüştü... Lunapark’a gidip en olmadık oyuncaklara binersin, deli gibi korkarsın. Ama bunun gerçek olmadığını, bir süre sonra herşeyin sona ereceğini bilirsin ya... benim hissiyatım da herşeyin sona ereceğini bilmenin rahatlığıydı. Biraz sonra timer elektriği kesecek, merdivenlerden inip, eve gidicez. Bu oyuncakta olmasa, bir sonrakinde kader beni nasılsa ebediyete fırlatacak... o zaman bu ciddiyet neden...
İstediğim her şeyi yaptığım gibi, istediğim her şeyi de söyledim o hafta... O vakitler bize kazık atmayı kafasına koymuş bir adam vardı. Bizde iflah olmaz uzlaşmacı tutumumuzla, adamla anlaşarak iş yapmaya çalışıyoruz. Fakat her aşamada karşımıza yeni bir pazarlık adımı daha çıkartıyor, deyim yerinde ise, anasının nikahını istiyor. Ekmediğimiz yerden biçiyoruz. Biyopsiden sonra ofise geldim, baktım bu hazret bacağını çelmiş, Osman’ı da karşısına oturtmuş, yine ahkam kesiyor. Odaya girdim, selamsız sabahsız adamın yanına yürüdüm. Ellerimi masaya dayayıp, yüzümü yüzüne yaklaştırarak ‘defol git burdan, bir daha da gözüm görmesin seni’ dedim. Oh... bir rahatlık, bir rahatlık.. Aynen filmlerdeki  gibi.. Aklıma geldikçe hala gülüyorum.  
Dedim ya; ölüm haftası gerçekten çok güzeldi...
Tabii sonrasında ölmedim. O günlerden elimde müzik setim, güzel anılar ve kredi kartı taksitleri kaldı... her ay ödeme günü geldiğinde, yaptığım çılgınlıkları daha iyi hatırlıyorum.
Kardeşim bana geçenlerde ‘Gülfem sen eskiden çok sıkıcı bir insandın. Ben bile sadece ablam olduğun için görüşüyordum seninle... ama şimdi çok değiştin. Birlikte eğlendiğimiz için senin yanındayım artık’ dedi...
Son pide partisinde, masanın etrafında onbir kişi oturmuş sohbet ederken, ve arkadaşlarım benim anlattıklarıma gülerken, kardeşimin bu söylediklerini düşündüm. Aslında en çok güldükleri hikaye, vaktiyle yediğim dayaklardan birinin hikayesiydi.  Ama artık nasıl  anlattıysam, gülmekten herkesin gözünden yaş geldi... Güldük, güldük...
Nerede okuduğumu şimdi hatırlayamadım ama şöyle demişti yazar: ‘Bunca kalp kırıklıklarına rağmen küçüklüğümde yaptığım gibi, rüzgarı arkama alıp bağırmak istiyorum hayata; "Acımadı ki!.’ Benim içimden de öyle demek geliyor... Acımadı ki...
Yalan... aslında acıdı... hem de ne kadar acıdı... Acıdan nefes alamadığım, öleceğimi düşündüğüm günler oldu. Ama şimdi anlıyorum ki, hepsi içimdeki beni ortaya çıkarmak için kaderimin bir oyunuymuş..
Hepimizin kabukları var. Kimimizin ki ince, kimimizin ki kalın... meşrebimize göre.. büyürken ölmeyelim, diye herhalde bu kabuklar. Darbe dayanımı belli bir seviyeye gelene kadar bünyeyi korumak için... kavrayışı yüksek olanlar için yıllarla bu kabukları kırıp içlerindeki insanı ortaya çıkarmak kolay. Ama bencileyin  vurdumduymazların, statükocuların, insanları yargılayanların, sınıflayanların, korkularına arkalarını dönemeyen dangalakların kabuklarının kırılması o kadar kolay olmuyor. Ve sanıyorum Tanrı, içlerinden hala adam olmak ümidi taşıyanları seçip, yumurtadan çıkabilsinler diye onlara yardım ediyor. Ben aslında iyi kalpli olduğum için seçildiğime inanıyorum. Yoksa o dönemlerde kayda değer başka bir niteliğim olduğunu hatırlamıyorum şahsen... Aynı kandan geldiğim kardeşim bile ‘o vakitler bir boka yaramıyordun’ dediğine göre, bu tesbitimde pek de haksız sayılmam..
Tanrı kurtarılacak, kabukları kırılacak ruhları seçtikten sonra karşılarına bir fındıkkıran çıkarıyor. Bir nevi azı dişi çeker gibi birşey... sonuna kadar dayanabilenler, yumurtadan çıkıyorlar... Ödül, küllerinden doğmak... Ve kırk kere yanmış ruhların, ateşten korkmama özgürlüğü.. herşeyi kaybetmenin ve hala yaşıyor olduğunu görmenin rahatlığı... neyin asıl, neyin teferruat olduğunu anlamanın mutluluğu... Tanrı’yı ve aslında kendini bulmanın sevinci... Tanrı ve insan arasındaki ilişki, bir nevi dünya ile Kolomb arasındaki ilişkiye benziyor. Hep aynı yönde ilerlersen, başladığın noktaya geri geliyorsun. İnsan da tanrı’ya doğru yürürse, kendine geliyor. Kendine  yürürse  Tanrı’yı buluyor... Simyacı’da hazine ile sembolize edilen şey bu galiba... Yıkık bir kilisede başlayan macera, yine yıkık kilisede bitiyor. Yürünen yollar... o da hayat işte...
Son partide arkadaşlarımla gülerken, içimde bir avlu serinliği hissettim. Karşıma çıkanlar beni çok zorladılar ama bende emeklerini zayii etmedim allah için... Verilen dersleri aldım, her kazıkta bir manâ buldum. Geliştim, güzelleştim, şahane bir kadın oldum...
Böyle düşününce, gidip bu insanlara teşekkür etmek geliyor içimden... Hani siz vaktiyle benim anamı bellemiştiniz ya, vallahi çok sağolun... Sayenizde hanyayı, konyayı anladım. Bugünkü mutluluğumu size borçluyum... ne yapsam hakkınızı ödeyemem...
O gece bize ilk kez katılan bir arkadaşımız ki; kendisi  yaşıtımız olduğu halde, yirmi yaşını geçmiş hiçbir kadınla çıkmaması ile meşhur,  dedi ki; ben böyle kafa dengi bir muhabbet görmedim. Yirmi yaşındakilerle olmuyor bu...
Olmaz tabii. Yirmi yaşındaki beden, kırk yaş kafasına sahip olsa, dünyanın kutupları yer değiştirir. Kocaman rabbim acıyor da vermiyor. Kadın ancak kırkına gelince kadın oluyor. Ama doğa üstüne yirmi kilo koyuyor ki, dengeler değişmesin...
Ben aslında ahşap detayı çözüyordum. Detayı bıraktım, yazmaya daldım. Şimdi müsadenizle işime geri döneyim. Zira yazarlıktan para kazanamıyorum henüz...  Hala mimarlık yapmam gerekiyor. Yarın ki toplantıda ortaya dişe dokunur birşeyler koyamazsam, ne kadar geliştiğime, güzelleştiğime bakmazlar, mazallah oyarlar...  İnsanın muhatabı kalıpçı, demirci, betoncu oluncu korku dağları bekliyor, naparsınız...  
Size iyi geceler... ben hayatımı kurtarmak için kalıp, biraz daha çalışayım...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı