Ana içeriğe atla

Üf Dersem, Anam Avradım Olsun...

Eskiden memlekette bir gelenek vardı. Ramazan geldi mi, her gazetede ‘neydi o eski ramazanlar, ah ah...’ konulu tefrikalar yayınlanırdı. Varılmak istenen noktayı tam olarak bilemiyorum... şimdi ki ramazanların bir halta yaramadığını kafamıza iyice kakmak mı? Veya ramazan Direklerarası’nda tiyatro seyredersen ramazandır, başka türlü bir işe yaramaz demek mi? O yazıları okuduğumda içimden geçen his ‘ramazanda tiyatro izlemediğim için, Allah’ta benim belamı versin’ olurdu. Galiba amaç, biraz da buydu. Yeni nesile kendine kötü hissettirerek, tiyatronun altın günlerine geri dönüşü sağlamak... Şimdi düşünüyorum da, o vakitler evlerde digitürk decoder’ı veya DVD player olsaydı acaba kaç kişi Direklerarası’na giderdi. Bunu anlamış olmak, ramazanda Direklerarası’na gitmediğim için derimin altına işlemiş suçluluk hissimi azaltmıyor... Ne yaparsınız yılların psikolojik telkin yarası, bir farkındalık ile iyileşmiyor tabii...
Bugün, bu suçluluğumu azaltmak için ‘eski bir ramazan hikayesi’ de ben anlatayım dedim.
Olaylar otuz yıl öncesinin Finike’sinde geçiyor.. O  vakitler oniki yaşında bir çocuğum.  Her sene olduğu gibi o sene de yaz tatilimizi geçirmek için Kum Mahallesi’ndeki yazlığımıza gitmişiz.  Kum Mahallesi adı üstünde incecik, billur gibi kumların üzerine kurulmuş toprak damlardan oluşan bir mahalle... elektrik yok, su tulumbadan çekiliyor. Bütün helalar ve bütün mutfaklar bahçelerde... Ki bu bizim gibi apartman dairesinden başka yerleşim formatı bilmeyen çocuklar için inanılmaz birşey... Kum Mahallesi’nin merkezinde iki dut ağacı var. Öyle ulu dutlar ki, gölgesinde iki ev, bir mutfak, üstüne tüneyip oturduğumuz minderlerle döşenmiş bir köşk, park halinde en az iki araba ve yine de kırk kişinin oturabileceği kadar alan var... Dut’lar Kum Mahallesi’nin kalbi.. hayat bu dutların altında geçiyor. Nereye gidiyorsun, sorusunun cevabı ‘Dut’a gidiyorum’ olacak kadar köy yaşantısının içine yerleşmişler..
Dut’lar Hasan Dede’nin bahçesinde dikili... Hasan Dede, Belma Hala’mın kayınpederi, kuzenlerim Meriç  ve Çiğdem’in dedeleri... Ama bizim de dedemiz. Her sene bu köy bizi karşılayıp, bir yaz bağrına basıyor. Kaldırımlardan başka oyun yeri bilmeyen çocuklar için seraların, kumulların içinde, üstünde oynamak, acıkınca dalından domates koparıp yemek ne büyük nimet... ama o zamanlar bu bize doğal geliyor... Bütün çocukların Finike gibi yerlerde yazlıkları var ve okullar kapanınca oralara gidip, yaz boyu, kayış gibi olana kadar, güneşin altında oynuyorlar sanıyoruz.
Bu köyden arazi alıp, oraya bir ev yapmak, ailenin benden önceki kuşak aksiyoneri babamın fikri tabii ki...  Ev yapıldıktan sonra, elektrik için kum mahallesine bir jeneratör götürülmesi,  suyun kuyudan dalgıç pompa ile çekilip damdaki depoya basılması ve devamında musluklardan akması, mutfak ve tuvaletlerin evin içinde olması köy için büyük yenilikler... Gerçi bizim elektriğimiz var ama buzdolabından başka elektrikli hiçbir aletimiz yok. Televizyon o vakitler yayındaki tek kanal olan TRT 1’i almıyor. Arap kanallarının lisanını da biz anlamıyoruz. O yüzden dünya kupası final maçı veya Prenses Di’nin düğünü gibi aktivitelerin dışında televizyonu açmaya hiç davranmıyoruz.  Bu ev sayesinde Kum Mahallesi’nde yarattığımız sıradışı yaşam ve ailemin büyüklerinin maceracı ruhu, bugün geri dönüp baktığımda beni şaşırtıyor.  En az onun kadar şaşırtan başka birşey de, Acarkent’e taşınmak kararı aldığım zaman, halen kırk haneli bir köyde yaşayan babamın beni dağların başına gitmekle suçlamasıdır. Ama bu da kendi başına bir hikaye olabilecek kadar absürd bir durumdur. Kısmetse başka bir gece yazarım.
Köyde ramazan ayı her daim önemliydi. Ramazan'ın yazlara denk geldiği vakitlerde bizim ev halkı hariç, bütün köy niyetli olurdu... Güney’in öldürücü sıcağına ve açık alanda çalışmalarına rağmen, hem oruç tutarlar hem de akşamları traktörlerin römorklarına doluşup Kale denilen, köye birkaç kilometre uzaklıktaki kasabaya teravih namazına giderlerdi. Teravih’den sonra da bizim bahçeye laflamaya gelirlerdi. Geç vakitlere kadar büyükler sohbet ederdi, çocuklar da oynardı.
Köyde o vakitler Tosbaca denilen bir kadın yaşardı. Tosba diye kaplumbağa’ya derler..  ‘ca’ ekide o köyün gelenek olarak her ismin sonuna taktığı ek... misal ben orada yaşasam, herkes bana Gülfemce diyecekti. Hasan Dede’ye herkes Hasanca derdi. Sanıyorum bu ekler, saygı da ifade ediyordu. Gençlere dediklerini pek hatırlamıyorum çünkü...  Tosbaca’nın adı yerine herkes kadıncağıza Tosba diyordu ama, saygı yine de ihmal edilmiyordu. Tosbaca’nın üç tane oğlu vardı. Aziz, Ramazan ve Mustafa... Aziz  çok iri yarı bir adam olduğu için annesi O'na ‘kütle’ derdi. İsmi gibi çok ağır, aziz bir adamdı. Ramazan, hafızalarımızda bir gece ‘ekenin de, dikenin de, pişirenin de , yiyenin de ala dinini, gök dinini....’ şeklinde söverek pencereden fırlattığı patlıcan tenceresi ile unutulmaz bir yer almış olsa da, kardeşlerin en dikkat çekeni, köyün başının püsküllü belası, hiçbir hesaba kitaba gelmeyen Mustafa, nam-ı diğer Mıstılı’ydı...
Bir gece ahali, bizim bahçeye beklenilen saatten çok daha erken geldi.  Durumlarında da bir tuhaflık vardı. Bir kaynaşma, bir gürültü... her kafadan bir ses çıkıyordu...
Köyde bir kaynaşma oldu mu, altından muhakkak Mıstılı çıkardı. Köyün alı al, moru mor geri döndüğü teravih namazının altından da tabii ki Mıstılı çıktı...
Olay gecesinden birkaç akşam evvel, caminin imamı ile Mıstılı kavga etmişti. Sebep, Mıstılı’nın teraviye sarhoş gelmesi... Aslında Mıstılı’nın ayık gezdiği pek görülmediğinden, imamın gösterdiği bu hassasiyet o vakitler köy halkı tarafından da fazla bulunmuştu. Kendisinin namazda secdeye varıp sızması, ilk defa olmuyordu. Ama günler uzun, hava sıcak, imam da netice de bir insan... dayananamış, tepki göstermiş işte...
Mıstılı bunu aklına yazmış. Bir cami dolusu insanının ortasında, alt tarafı sarhoş bir vaziyette teraviye geldiği için azarlanmasını sindirememiş ve imamdan intikamını almayı kafasına koymuş...
Kum Mahallesi sırtını  yüksek bir dağa yaslamış bir mahalledir. Dağ dibinde de ‘haytalar içi’ denilen bir çingene mahallesi vardır. Mıstılı gündüzden gitmiş, bu mahalleden bir davulcu ve zurnacı ile anlaşmış. Güya akşam köyde bir düğün var, orada çalacaklar... adamları oturtmuş bir ağacın altına, başlamışlar içmeye... Derken karanlık inmiş, Mıstılı ‘vakit geldi’ diyerek adamları almış, caminin yanına varmışlar...
O vakitler Kale’nin camisi, kendi halinde mütevazi bir binaydı. Tek alameti farikası küçük minaresi... Mıstılı ve çingeneler duvarın dibinde oturup, düğün sahiplerinin gelmesini beklerken cemaat camiden içeri dolmuş... Hava sıcak, caminin camları açık... Cemaat namaza durunca, Mıstılı çingenelere ‘düğün başladı agam, bu camdan içeri üfleyceniz’ demiş... O vakitler köydeki düğünlerde kaç göç var. Çalgıcıların oynayan kadınları görmesi yasak... Bu yüzden olsa gerek açık camın altından çalmak adamlara garip gelmemiş.  ikisi de zaten küp gibi içmişler, kafaları iyi...  Sokmuşlar zurnanın ucunu camdan içeri, başlamışlar üflemeye...
‘Düriyemin güğümleri kalaylı, ah Düriye’mi aldatması kolay mı, ah kolay mı’...
Davulda zurnanın arkasında gümbür gümbür çalıyor... Adam tokmağı öyle bir iştahla vuruyormuş ki; görenler anlatıyor, can dayanmaz... Tabiidir ki imamın cinleri tepesine toplanmış. Ağzından köpükler saçarak bağırıp çağırmaya başlamış. Kendisinin Mıstılı ve çingenelere mi, yoksa el çırparak tempo tutan ve hatta karşılıklı göbek atan cemaata mı daha çok kızdığını bugün bile bilemiyoruz. Ama cemaatın aşk içinde oyuna kalkması, Mıstılı ve çingeneleri çok memnun etmiş olmalı ki, jandarma gelene kadar o havadan bu havaya geçerek hem çalmışlar, hem oynamışlar, hem de bir cami dolusu adamı oynatmışlar...
Finike’de jandarmaya 'koca potin' derler. Koca potin sonunda gelip, bizimkileri toplayıp götürmüş... O saatten sonra da ne namazda hayır kalmış, ne imam da, ne cemaatte... Herkes evlere dağılmış...
Olayın karakol kısmını ertesi gün Mıstılı’dan dinledik. Jandarma başçavuşu Mıstılı’yı zaten biliyor. İşin içinde onun olduğunu anlayınca fazla sorgu sual etmeden, üçünü birden direk falakaya yıktırmış...  Zurnacı, zurnasını camdan içeri sokup üflediğinden bir numaralı kabahatli pozisyonunda.. Adamı dövdükçe dövmüşler... Sahur vakti, komutan yedikleri dayağın kafi olduğuna kanaat getirip üçünü de huzura istemiş. Zurnacıya sormuş; ‘yapacak mısınız lan bi daha’... Adam ağlamaklı; ‘komutan, bir daha üf dersem, anam avradım olsun’...
Mıstılı sabah ezanında eve varmış. Anası Tosbaca oğlunu kapıda karşılamış. ‘len Mıstılı, nasıl geldin sen eve’... Cevap ‘apalağa, apalağa’...Finike lisanında apalamak, emeklemek demek... Mıstılı ayak tabanlarının üstüne basamadığından, Kale’den eve emekleye emekleye gelmiş.
Şimdi bunu okuyunca aklı başında insanlar sanabilirler ki, Mıstılı akıllandı, uslandı... Ne gezer... Kendisi bir sonraki yaz, Meliha Hala’nın oğlu Durmuş’un düğününde Kaymakam’ın oturduğu masanın altına girip masayı salladığı ve Kaymakam deprem oluyor sanarak kendini sandalyeden attığı için Başçavuş’tan bundan bile beter bir dayak yedi...
Başka bir gece de bu hikayeyi yazarım...
Artık izninizle yatıyorum... Zira bütün gün o cafe senin, bu restoran benim Bağdat Caddesi’ni arşınlamaktan ayaklarıma kara sular indi. Hepinize bu vesile ile hayırlı ramazanlar diliyorum.  Şen ve esen kalın efenim...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı