Ana içeriğe atla

Kaçak Akım...

Cumartesi akşamından beri sağ ayağımda bir acı var. Parmaklarımla bileğim arasında kalan deri, sanki üzerine kaynar su dökülmüş gibi yanıyor. Dün, acı hissi dizime doğru yayıldı. Yetmezmiş gibi devamında, elimin üzeri de aynı şekilde acımaya ve sağ gözüm seğirmeye başladı... Yanma hissine razı oldum ama göz seğirmesi pek fena... Yolda, markette, toplantıda kiminle göz göze gelsem, kendisine işmar ediyorum zannedecek diye ödüm kopuyor.  İki gündür ne yana bakacağımı şaşırdım.
Dün akşam mimar arkadaşlarımdan biri ile konuştuk. Şimdi böyle deyince de bir garip oldu. Sanki benim her meslekten arkadaşım varmış da, onların içinden mimar olanını seçip derdimi ona anlatmışım gibi... Zaten arkadaşlarımın yüzde sekseni mimar, yüzde onbeşi de inşaat mühendisi...  aslında çok fazla seçim yapma şansım yok yani...
Efendim, uzatmayım, arkadaşım bana ‘nasılsın’ dedi.. bende 'valla pek fenayım, durum böyleyken böyle, fiziki bir yanık yok ama vücudumun sağ tarafı birinci derece yanık acısı ile inliyor, dedim... Demek ki, beyninin sol tarafında kaçak akım var... kaçak akım rölesi atmıştır, üzülme düzelir, dedi...
Mesleki deformasyon dedikleri bu olsa gerek..
Aslında düşününce yaşadığım hadise gerçekten enterasan bir durum... Ortada yanık yok, fiziksel bir hasar yok ama ciddi bir acı var... Fiziksel bir hasar olmadığı için de tedavisi mümkün değil.  Bir düşünün, ne kadar korkunç birşey olduğunu anlayacaksınız.  Krem sürmek, ilaç içmek, tütün basmak, hiç birşey fayda etmiyor... Çünkü gerçekte var olan bir dertle mücadele etmiyorsunuz... Sinirlerim bir sebepten dolayı, ayağımda ve elimin üzerinde bir hasar algılıyor ve bu his beynime acı olarak geri dönüyor... Çaresiz bekliycez... Sinir uçları iyileşecek, bu acı geçecek... Alacakaranlık kuşağı gibi...
Bu sabah güneş doğarken, camın önünde oturuyordum... Acıdan mütevellit,  uyku yok.. uykusuzluktan yerlerde sürünen zihinsel konsantrasyon, ciddi birşeyler yapmamıza da müsade etmiyor. Bizde zamanımızı böyle aval aval, denize, güneşe, ağaca bakarak geçiriyoruz mecburen... Güneşin ilk ışıkları ile sararan denizi seyrederken aklıma takıldı... Ben şimdi olmayan bir şeyi, bu denli gerçek olarak yaşıyor ve bunun için ciddi ciddi acı çekiyorsam eğer, gerçek dediğimiz şey aslında basit bir algı sorunu mudur? Veya algı oyunu mudur? Yoksa matrix’de suların içinde omuriliklerinden kablolara bağlı yüzüp duran adamlar mı gerçektir...O vakit hayal olan  biz oluyoruz tabii..
Peki, kıçımızdan bir iple fıçının kenarına bağlı isek, çektiğimiz acılar ne cehenneme gitti... Sevdiğimizi kaybettiğimiz zaman yüreğimizin ortasına oturan taş, sanal mıydı? Veya hayatımızın aşkı bize dokunduğunda, ürperen tenimiz, kaderin bir oyunu muydu?
Çok zaman içinizi kıyacak kadar uzun yazmak gibi gereksiz bir kabiliyetim olduğu halde, bu sefer kelimelerim beni  bir yere  götürmüyor. Sadece aklımda şu düşünce var. Herşeyi beyni ve ona hizmet eden duyuları ile algılamaya alışmış biz insanların dışında dönen dünya, gerçekte nasıl bir yer acaba? Tabii böyle bir yer aslında varsa...
Bu gece olmayan yanık yaralarım daha az acıyor. Birileri, ‘oğlum, bu kadın duruma uyanmaya başladı, değiştirin şu dangalağın kaçak akım rölesini’ demiş olmasın...
Ben gidip yatıyorum. Daha fazla yazıp, fincancı katırlarını ürkütmeyim. Sanal, manal, tam alıştık buralara... Bakarsın biri fişi çekmeye falan kalkar, neme lazım...
Herkese iyi geceler, tatlı rüyalar...  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı