Ana içeriğe atla

Akıllı ol, tersini düşün...


Az önce Nothing Hill’i, belki de yüzüncü kez yeniden seyrettim.

İnsanoğlu imkansız aşkların hikayesini anlatmaya ne kadar meraklı... İmkan dahilinde olanları bile elimize yüzümüze bulaştırıp, bir çuval inciri berbat etmekte bu kadar başarılı olmamıza rağmen hemde... Kendi güvenli kovuklarımızdan çıkamazken ve ‘aman neyse ne, bu dünyada ölüm var’ deyip kafasını dışarı uzatmaya cesaret edenlerin kafasına da bütün gücümüzle vurduktan sonra, oturup böyle filmler yapmamız, ruhumuzdaki karmaşıklıkların en büyük ispatı belki de...

Günlerdir bazı sıkıntılar çekiyorum. Evet daha kötü zamanlarım da olmuştu, haklısınız... Sonuçta, daha öncekilerin geçtiği gibi, bunlarda geçecek... Sabredip beklemek lazım. Ne demiş atalarımız ‘sabreden derviş, muradına erermiş’. Veya açlıktan kilo verirmiş. İnşallah bende bu sıkıntılı zamanlarımdan kilo vererek çıkarım. Bir kilo olsun,  benim olsun, ona bile razıyım.

Genelde sıkıntı bastığı zaman, uykusuzluk başlıyor. Normalde zaten dört saat uyuyorum. Altı saat uyursam, ertesi gün fakire fukaraya sadaka dağıtıyorum. Sıkıntılarla beraber bu dört saatlik uykuda yalan oluyor. Böyle gecelerde iki temel aktivite ile avunuyorum; kitap okumak ve Ipad’den oyun oynamak...

Ipad’den oynadığım oyunu ben deyim bin kere, siz deyin ikibin kere oynadım. Artık ekrana bakmasam bile devam edebiliyorum. Bu yüzden gariban oyunu, uykusuz gecelerde düşüncelerime konsantre olmak için kullanıyorum. Görünürde oyun oynuyor, görünmeyen tarafta düşünüyorum.

Dün gece,  bu düşünme seanslarından birinin orta yerinde aklıma şöyle birşey geldi:
‘Biz modern zaman insanı olarak, tüm dertlerimizin ve sıkıntılarımızın kaynağı olan egomuzdan kurtulmaya ve sevgiye ulaşmaya çalışıyoruz. Tanrı’nın saf sevgi olduğunu düşünüyoruz. Peki ya durum vaziyeti aslında böyle değilse? Ya ulaşmamız değilde, kurtulmamız gereken duygu sevgi ise...’

Yıllar önce bir kitap okumuştum. Akıllı ol, tersini düşün... Herşeyin tersinin düzünden daha doğru ve gerçek olduğunu idrak etmiş harika bir akıl tarafından yazılmıştı. O günden sonra, başıma gelen her durumu bir de çevirip tersinden okumak alışkanlığı edinmeye çalıştım. Ama başardım mı? Hayır... Her gördüğüm sakallıyı dedem sanmaya tam gaz devam ediyorum. Benim bu saftirikliklerim, zaman zaman benimle birlikte yakın arkadaşlarımı da etkiliyor. Hatta bu konuda geçen hafta  zirve yaptım. Öyle olmayacak bir şeye inandım ki, benimle birlikte tüm arkadaşlarımın da kafaya alınmasına sebep oldum. Sayemde grupça hacklendik yani... Ama bu konuyu şimdilik bir kenara bırakalım. Kendisinden bir blog yazmaya kalkarsak, haksızlık etmiş oluruz.  Zira bu konu, değil bir blog, bir kitap olur. Hatta bir film senaryosu...  Doğru dürüst bir yazar ele alsın, Ayhan Işık, Türkan Şoray filmlerine taş çıkartmazsa ben de insan değilim.

Konu yine dağıldı... Müsadenizle toparlayayım...

Şimdi efendim, benim akıllı olup tersinden düşünmeye çalıştığım konu, ulaşılması gereken değil, kurtulunması gereken bir duygu olarak,, sevgi...  Başımıza açılan belaların esas sebebi, kaçınmamız gereken yegane şey... tüm kötülüklerin kaynağı... İki yakamızı bir araya getirmeyen, bizi Nirvana’dan alıkoyan sevgi...

Diyeceksiniz ki, sen deli misin? Bu soruyu, bu aralar sık duyuyorum. Cevabının ‘evet’ olmasını gerçekten isterdim. Ama emin değilim. Benim için daha çok şöyle diyebiliriz, hevesli bir amatör... Sevginin başımıza bela olduğu konusunda düşündüklerimden ise neredeyse eminim... Gel görki; bu tarz şeyleri düşünmesi kolay, anlatması zor. O yüzden hangi sıra ile düşündüysem, o sıra ile açıklamaya çalışayım.

Dün gece ‘neden mutsuz oluruz’ sorusuna cevap bulmaya çalışıyordum. Hiç düşündünüz mü, neden mutsuz oluruz? En kısa tanımı ile istediklerimiz olmadığında mutsuz oluruz. Peki istediklerimiz olduğunda neden mutlu oluruz? İstediğimiz şeyler gerçekleştiğinde, bünye endorfin ve adrenalin salgılar. Bu salgılarda bize kendimizi kral gibi hissettirir. Aslında olay, bizi mutlu eden obje veya insan ile ilgili değildir. Olay, bünyenin bu insana veya objeye verdiği tepki ile ilgilidir. Misal, kırmızı bir pabuç bir kadını çok mutlu ederken, öbürüne bir şey ifade etmeyebilir. Kırmızı pabuç aynı olmasına rağmen bir kadının mutlu olması, diğerinin olmaması, bünyelerinin verdiği tepkiye bağlıdır. Yine aynı şekilde, bir adam, bir kadının hayatının aşkı iken, diğeri için kalabalıklar içinde bir yüzden öteye gitmez. Bu değişkenliğin temelinde de feromenler var. Feromenler, bağışıklık sistemleri birbiri ile aykırı insanları bir araya getirmek üzere çalışıyor. Bir kalabalık içerisinde, bir adam veya kadın gözünüze güzel görünüyorsa, onunla tanışmak ve ötesinde birlikte olmak için bir çekim hissediyorsanız, o insan size güzel kokuyorsa, hayatınızın kadınını veya erkeğini bulduğunuzdan ziyade, bağışıklık sistemi size en aykırı insanı algıladığınız sonucuna varmalısınız. Böyle bir karşılaşmada kesin olan şey aşktan ziyade doğacak çocukların bağışıklık sistemlerinin güçlü olacağıdır. Siz o adamın veya kadının karşısında eriyip giderken, doğa içinden ‘yaşasın, çocuklar hastalıklara dayanıklı olacak’  der...

Bünye, böyle bir karşılaşmanın yarattığı endorfin ve adrenalin bombardımanı altında kaldığında, kendini değişik hisseder. Bu değişikliğin adına da mutluluk denir. Mutlu olan insanın kendini tanımladığı halin genel adı iyiliktir. İyilik hali beraberinde merhamet, hoşgörü, uyum gibi kavramları getirir. Bunların topuna birden de sevgi denir. Bu yüzden insan, içi sevgi ile dolduğu zaman maddenin halleri gibi hal değiştirir.

Genel sevgi halinin devam edebilmesi için, insanın sevdiği objenin varlığı ve davranışları ile beslenmesi gerekir. Bu kaynaklar maddi ise, gelişerek devamını bekleriz. İnsanlardan besleniyor isek, endorfin salgılarımızın devam etmesine sebep olacak şekilde davranmalarını sağlamaya çalışırız. Oysa endorfin, morfin gibi, aynı oranda mutluluğun sağlanabilmesi için dozunun arttırılması gereken bir maddedir. Vücut bir süre sonra, aynı şekilde mutlu olabilmek için endorfin seviyesini yükseltmeye çalışır. Endorfin kaynağımız misal para ise, gider son model bir araba daha alırız. Bu kaynak evlatlarımız ise, bir çocuk daha doğururuz veya doğurduklarımızın tez zamanda aya roket atacak seviyelere gelip bizi onurlandırmalarınızı bekleriz. Objemiz bir erkek ise, ondan romantik beklentiler geliştirmeye başlarız. Erkeklerin birlikte oldukları kadınlara yönelik cinsel taleplerini gün be gün arttırmaları, sonunda fantazi dünyasının insanı olmaları da böyle bir şeydir belki... Bünye endorfine bağımlıdır ve seviyesinin artması için elinden gelen herşeyi yapar. Bu davranışların tamamına da kadınlarda kapris, erkeklerde huysuzluk, orta yaş bunalımı falan denir.

Modern zaman peygamberleri, Tanrı’nın sevgi olduğunu söylüyorlar. Bence bu doğru olamaz. Çünkü sevgi, antitezi olan bir duygudur. İyilik, kötülük olmadan olmaz. Vicdansızlık, merhamet olmadan gelişmez. Dolayısı ile nefretin olması için aşk, mutsuzluğun olması için mutluluk ve sevgisizliğin olması içinde sevgi gerekir. Tanrı sadece sevgi ise, bir yanı eksiktir. Tamam olması için, yapısında sevgisizliktende barındırması gerekir. Oysa Tanrı tanımı gereği içinde kötülük barındıran veya eksiklikleri olan bir varlık olamaz. Tanrı’nın tanrı olabilmesi için, sırf bu sebeple tüm duygulardan arınmış olması gerekir. Tanrı, bir balans hali olmalıdır. Balans olması içinde duyguların olmaması gerekir. Dolayısı ile Tanrı bir duygusuzluk denizi olmalıdır. Yüzeyinde en ufak bir kıpırtı bile olmayan bir deniz gibi... Böyle bakıldığında belki de duygularından arınmış damlaların geri dönüp içine karışacağı bir denizdir Tanrı...

İnsan olarak, sevgiyi her işin başı yapmak istememizin temelinde korkularımız yatar. Bir insanın bizi sevdiğini söylemesi, temelinde o insandan bize bir kötülük gelmeyeceğinin teyid edilmesidir. Bu yüzden insanlardan sevgiyi bir onaylanma ve kendimizi güvende hissetme yolu olarak talep ederiz. Beni seviyor, demek ki aç bırakmayacak... beni seviyor, demek ki terk etmeyecek, beni seviyor, demek ki öldürmeyecek... Oysa bu güveni hissetmenin daha olgun bir yolu vardır. Etik ve adalet...  Sevgi, neticede iki ucu çivili bir değnektir. Sevgisi sebebi ile size karşı iyi olan bir insan, sevgisi bittiğinde zalimleşebilir. Bu yüzden bizi seven insanların yanında güvende olduğumuz hissi, tamamen zahiridir. Muhtemelen kesinlikle güvende olacağımız tek yer, bizi sevmeyen, adil insanların yanıdır.

Sanıyorum arızayı bulduk. Şimdi varmamız gereken hedef, her anlamda sevgiyi ruhumuzdan çıkarıp atmaktır. Sevgiyi ruhumuzdan çıkarmak için de, beklentilerimizi sıfırlamamız gerekir. Beklentiler sıfıra inerse, hiçbir şey bünyede endorfin şoku yaratamaz. Endorfin olmayınca mutluluk olmaz. Mutluluk olmayınca da mutsuz olmayız. Veladdalin, amin... Böylece çökertmeden çıktım da Halil’im aman başım selamet, kıvamına gelebiliriz.

Budha, yıllar önce şöyle demişti: Hiçbirşey istemeyen bir insanın herşeyi vardır... O kırk günde buraya gelmiş, biz kırk yılda geldik. Ne diyelim, geç olsun da güç olmasın, demiş atalarımız. Gerçi bizimki çok da kolay olmadı ya neyse... Ama zararın neresinden dönersek kardır... Ya tersini düşünmeyi başaramasaydık... hep mutluluk, hep mutluluk nereye kadardı di mi ama...

Kader bana bunu neden yapıyor bilmem ki... Tekamül herkes için daima beklentilerinin en ummadığı zamanda elinden alınması şeklinde mi tezahür ediyor. Yoksa böyle ‘tam mutlu oldum derken, yıktın bütün dünyamı’ sadece bana özel geliştirilmiş bir program mı?

Tamam... sen kazandın... ne anlayacaksam anladım.. şimdi al başımdan sevdayı...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı