Geçen kışı, Steve Jobs’ın
biyografisini okuyarak geçirdim. Bu biyografi sadece beni değil, bildiğiniz
gibi dünyanın büyük bir kısmını salladı. Gerçi bu sallanışta, kör ölür badem
gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur, kavramının ne kadar etkisi var,
bilemiyeceğim. Ama genel olarak iyi kotarılmış bir kitaptı. Steve Jobs’ı
kötüler gibi yaparken, aslında başkalarının hayatını zindan eden kişilik
özellikleri olmasa hiçbirimizin Iphone’u olamayacağını herkesin kafasına gayet
net bir şekilde sokmayı başardı. Bir anlamda Steve bu kitap sayesinde, öldükten
sonra tekrar vaftiz oldu, yaşarken işlediği günahlardan arındı. İtiraf ediyorum,
ben de kitaptan çok etkilendim. Hatta onu kitaplığın raflarından birine koymak
yerine, başucumdaki komodinin üzerinde tutmaya devam ettim.
Dün gece, arkadaşlarımdan birine
yazacağım bir not için kitabı tekrar açtım. Aklımda kalmayan bir rakamı bulmak
için... Birkaç bölümü taradım, rakamı buldum, kitabı kapattım ve bir anda
kendimi bu kitaba neden bu kadar yakın hissettiğimi anladım. Aslında Steve’in
tüm dünyaya ‘hadi ama’ dedirten pek çok alışkanlığı bizim evin günlük
rutiniydi... Diyeceksiniz ki, bu nasıl oldu? Tabii ki babam sayesinde...
Steve Jobs, duyguların adamıymış.
Babam da öyledir. Her duygusunu çok lazımmış gibi, en uç noktada yaşar. Böyle
bir baba ile yaşamak, çocukken kayıp cenneti bulmak gibidir. O yaşlarımda
babamı gökten inmiş bir adam gibi gördüğümü hatırlıyorum. Çocukken benim için
sadece bir baba değildi. Ölümlülerin sıradan hayatlarını, icat ettiği
aksiyonlar ile yaşanmaya değer hale getiren herşeydi... Annemin kuralları asla
terk etmeyen anlayışı içinde, sığınılacak bir vahaydı. Yıllar sonra ‘ben sizi büyürken en çok annenizden korumaya
çalıştım’ demişti. Annem buna ‘aman, iyi halt ettin’ şeklide itiraz etmiş olsa
da, bugün bana yaşama sevinci veren çarpık dünya görüşü, sanırım o korumacı
yaklaşımın ürünüdür.
Babam duyguların adamı olduğundan
gençken, sağı solu pek belli olmazdı. Gerçi yaşlandı da belli oldu mu? Hayır...
yine belli olmadı. Belki bir ihtimal, biz duruma alıştık, o kadar da batmamaya
başladı. Ruhsal durumu gibi, fiziki durumu da her daim çok değişken ve
hareketli oldu. Çat şurda, çat burda, çat kapı arkasında... Şehirlerarası
yolculuk yapması gereken zamanlarda, uçağa binmediği için, sabaha karşı evden
çıkar, gideceği yere gider, işini halleder, geceyarısı döner gelirdi. Biz o
vakitler Ankara’da yaşardık. Babamın otobansız bir ortamda, 24 saat içinde
Ankara-İstanbul arasında gidip geldiğine inanmayan komşularımız, annemi kenara
çekip ‘bak kızım, İstanbul’a sabah gidilip akşam gelinmez, bu adam seni
aldatıyor, ayağını denk al’ demişlerdi.
Jobs’ın en belirgin özelliği
işine duyduğu büyük aşkı... Derin bir konsantrasyon ile çalışıyormuş. Çalışırken
hiçbirşeyin farkında olmuyormuş. Babamda olmazdı... Steve bir gece karısına dönmüş ve ‘onlarla bu
kadar az ilgilenmemize rağmen, çocukların bu kadar iyi yetişmeleri ne kadar
hayret verici’ demiş... Oysa karısı o vakitler çocukları için kariyerinden
vazgeçip evde oturmaya başlamasının ikinci yılındaymış. Babam da bir akşam eve
gelen misafirlere cevap verebilmek için bana somuştu ‘Gülfem, sen kaçıncı
sınıftasın?’ diye... Üçüncü sınıftayım baba, demiştim. Tebrik ederim,
demişti...
Babam çalışırken dinlenmezdi.
Etrafındaki insanların hiçbirinin de dinlenmesine izin vermezdi. Ortada yapılacak şey artık her
ne ise, o bitmeden kimse ne yemek yiyebilir, ne uyuyabilirdi. Çok cesaretli
olanlar, ara sıra çişe giderlerdi, o kadar... Steve’de aynı şeyi yapıyormuş.
İnsanlar Apple’da haftada 90 saat çalışıyor ama yine de çalışmadıkları için
azar işitebiliyormuş.
Babam insanların %98’inden açık
ara daha zeki olduğunun farkındadır. Zekası, son derece parlak, moralinin iyi
olduğu zamanlarda fevkalade espirili, stres altında değilse sevecen bir
zekadır. Sorun bu zamanların az olmasından kaynaklanır. Etrafındaki insanları
kim olurlarsa olsunlar, akıllılar ve aptallar olarak ikiye ayırır. O’nun
gözünde aptal olan bir insanın, karşısında fazla bir şansı yoktur.
Eleştirmekten, azarlamaktan asla çekinmez. Steve’de insanları mükemmel ve
boktan olarak iki gruba ayırıyormuş. Mükemmelseniz sorun yok. Boktansanız,
görüp göreceğiniz muamele en iyisinden babamın yapacağı kadardır. Çok zeki
olmak, bazen ters mi tepiyor nedir?
Steve Jobs, çok sinirli bir
adammış. Babam da öyledir. Sinirlendiği zaman gözü hiçbir şeyi görmez. Kendisi,
kendi durumunu ‘hırs geldi, kelle gitti’ şeklinde tarif eder. O anlarda hayatta
kalabilmek için epey bir beceri göstermeniz gerekir. Babama karşı çıkarsanız
karşı çıktığınız için, sesinizi çıkarmazsanız problemin çözümüne ortak
olmadığınız için azar işitirsiniz.
Steve Jobs, yapılan her işin
mükemmel yapılmasını talep ediyormuş. Babam da öyledir. Ben bilmem, ben
anlamam, ben yapamam mazeretlerini asla kabul etmez. Babamın saygısını
kazanabilmek için her işi yapabilmeniz, hem de çok iyi yapabilmeniz gerekir.
Yoksa vay halinize...
Bir sene teyzem Marmaris’e
annemlere misafirliğe gider. Bizimkiler, kadıncağızın önüne bir çuval badem
koyarlar, hadi bunları ayıkla, derler... Teyzem akşama kadar bedemleri kırar,
kabuklarından ayırır, torbalara doldurur. Akşam babam gelir, ayıklanmış
bademlere bakar, bunların içinden bir kısmı ufalanmış, böyle olmayacaktı, hepsi
kabuğundan bütün çıkacaktı, der... Ertesi gün teyzeme bir çuval badem daha
verirler... Malum arsada badem ağacından bol birşey yok. Ambar kabuklu badem
dolu... Teyzem tekrar başlar. Kabuğundan bütün çıkan bademleri torbalara
doldurur. Ufalananları da, babamın gazabına uğramamak için yer... En iyimser
tahminle o gün beş kilo badem yemiş olduğundan iki gün yemek yiyemez. Anlayın
artık korkunun dağları nasıl beklediğini...
Steve düşünürken, rahatlamaya
ihitiyacı olduğunda, stres altındayken, etrafındaki insanların durumlarının
farkına varmıyormuş. Misal, ayaklarını
klozete sokmak, onu rahatlattığı için, bunu çekinmeden yapıyor, sonra da o
ayaklarını getirip insanların masasının üstüne koyuyormuş. Babam da böyle
zamanlarında davul çalardı. Kardeşim bir
gün, yatağından davul sesi ile fırlamış. Eyvah sabah oldu, şantiyede iş başı
yapıldı, ben uyuya kaldım, diye alel acele giyinip, kapıya fırlamış. Tam evden
çıkacakken, babam gelmiş ‘oğlum, gecenin
dördünde nereye gidiyorsun’ diye sormuş. Kardeşim ‘elim kapının tokmağında kala
kaldım. Madem gece dört, sen neden davul çalıyorsun’ diye soracaktım,
vazgeçtim, gittim yattım, diyor...
Bunları yaşamak gerçekten zor...
ama sonradan anlatması gördüğünüz gibi çok keyifli...
Jobs’ın diğer bir özelliği
beğenilerinin anında değişebilmesidir. Bir gün önce çok beğendiği bir yemeği,
bir gün sonra iğrenç bulabilir. Veya bir gün önce çok parlak dediği bir
fikirden ertesi gün nefret edebilir. Babamla da son çivisine kadar
tasarladığımız pek çok projeyi bu şekilde çöpe attığımızı bilirim. Bir gün önce
olur der, ertesi gün ‘buna olur diyecek kadar büyük bir aptallığı nasıl yaptık,
der... Bir akrabamız bu duruma karşılık ‘İlhan Ağbi, sen mimar bedava diye mi
böyle yapıyorsun, demişti. Bir seferinde de kardeşim sırf merak saiki ile çizdiğim
eskizleri atmamış, biriktirmişti. Böylece aynı konuda yaklaşık elli ayrı fikir
tartıştığımız ortaya çıktı.
Steve insanları istediği şeye
inandırması ile ünlüymüş. Babam da öyledir. Bunu annemin üstünde uyguladığı
sayısız seferi bizzat seyrettim. Sizi neye isterse ona inandırır. Babama bir
adam ve bir fikir verin. Misal ‘Mitolojik Tanrı Zeus, aslında mesihtir. Şu anda
da yeryüzüne inmiş, Brack Obama kılığında dünyayı yönetmektedir. Aralık 2012’de,
kendisine inanları alarak, kayıp kıta Atlantis’e doğru yola çıkacaktır.
İnsanlığın geri kalanı da sularda boğulacaktır. Ancak kendisi ile birlikte
Atlantis’e gidebilmek için Washington’da ikamet etmek şarttır’... İki saat sonra gidip adamı görün...
Amerika’ya uçak bileti için internette dolanmıyorsa, şapkamı yerim... Annemden
babam hakkında en sık duyduğum şeylerden biri ‘gidip konuşmak istiyorum ama
konuşursak beni nasılsa vazgeçirecek, o yüzden konuşmak istemiyorum’ olmuştur.
Millet karısını alıştığı mahalleden, bir sokak yukarı taşınmaya ikna edemezken,
babam annemi dağların başında kırk haneli köye götürdü. Hepsi bu ikna
kabiliyeti sayesinde işte... Beni de evlenmeye babam ikna etmişti. Hem de tek
bir cümle söyleyerek... Ama bu başka bir blog yazısı olabilecek kadar enterasan
bir konudur. Şimdi bırakalım, başka zaman irdeleriz.
Babam birşeyi istediği zaman, o
şeyin mutlaka ve mutlaka olacağına inanır. Olmasını istemediği bir gerçeği kabul
etmez. Steve’de böyleymiş. Slogan; olmalı, olacak, istiyorum... Yıllar önce
amcam ölümcül bir ameliyat dizisi geçirmişti. Son ameliyatında doktor ‘nasılsa
morga gidecek’ diye, ameliyat yarasını dikmedi, deriyi büzdürüp amcamı masada
bıraktı. O kadar yani... Allah’a şükür amcam ölmedi, iyileşti, evine geri
geldi. Bu işler olurken, babam üç ay, amcamla birlikte hastanede kalmıştı. Eve
geri döndüğü zaman sordum; baba insanın kardeşinin ölüme bu kadar yaklaşması
nasıl bir duygu, diye... Yüzüme UFO görmüş masum bir köylünün saf ifadesi ile
baktı. Ben dedi, öleceğini hiç düşünmedim ki, aklıma gelmedi... Babam
gerçekleri görmemişti, yok saymıştı. Üç ay yoğun bakımın kapısında beklemiş,
makineler kapatılırsa amcamın nefes dahi alamayacağı kendisine defalarca söylendiği
halde, bunların hiçbirini duymamıştı.
Steve okulu yarım bırakmış. Benim
babamda öyle... ikisinin gerekçesi de aynı. Ailelerine daha fazla yük olmamak.
Kendi kafalarına göre takılmışlar, istedikleri şeyleri öğrenmişler, istedikleri
kitapları okumuşlar. Steve kendini kendi bildiğince şekillendirmiş. Babamda
öyle yapmış. Beğenmedikleri şeyleri reddedecek medeni cesareti geliştirmişler.
Ben küçükken, herkesin üzerinde tam bir fikir birliğine vardığı konularda,
babamın ‘has s....n lan’ deyip arkasını dönüp gittiğini çok gördüm. Sonunda,
Steve gibi, babam da yüzde doksan haklı çıktı. Birde kibarlık, ikisinin de
ortak özelliği değildi...
Jobs’ın da, babamında tam bir
inancı yok. Babam müslüman desem bana yazık, hıristiyan desem sana yazık,
budist mi, yahudi mi, ne olduğu kimse tarafından tam olarak anlaşılamayan, ama
en çok doğu dinlerinin felsefesine yakın,
ortaya karışık bir şeylere inandı. Steve’in vaziyetide üç aşağı, beş
yukarı böyle.. O’nun da dinler konusunda düşünceleri puslu... Bu konu en çok
annemi rahatsız etti. Dini bütün bir müslüman olan annem, babamın dine, kitaba,
ritüellere karşı bu kayıtsız davranışından çok etkilendi. Küçükken bize kızdığı
zaman ‘besmelesiz piçler, ne olacak’ derdi.
Steve’de, babam da vegan... Gerçi
babam gençliğinde katı bir vegan değildi. Az da olsa balık falan yerdi.
Yaşlandıkça o azı da bıraktı. Şimdilerde sadece sebze yiyor. İkisi de
saplantılı dietler konusunda uzman. Babam son yirmi yıldır, evde kendi eliyle
yaptığı ekmekten başka bir dilim ekmeği ağzına sokmadı. Günlerce, iğrenç bir
lahana çorbasına veya kabak yemeğine talim ettiğini bilirim. Steve’de
anlatıldığına göre böyleymiş. O da mesela bir hafta elma’dan başka birşey
yemezmiş. Apple markasının bu elma dietlerinden birinden kaldığı bile söyleniyor.
Biz demek ki daha şanslıymışız. Otelin adı labada, ebegümeci falan olsa, ne yapardık... Allah
göstermesin...
İkisi de gençliklerinde
uyuşturucu kullanmışlar. Babam esrar içmiş. Steve LSD... Hiç gocunmadan sanki
süt içtim, ayran içtim, der gibi anlatmaları da ayrı bir ortak noktaları...
Mercedes araba seviyorlar. Salaş
giyiniyorlar. Steve yıllarca siyah renkli boğazlı kazak giymiş. Babam önü çift cepli, yazın kısa, kışın uzun kollu polo yaka t-shirt giyer. Yatır, kes..
başka birşey giymez...
Son ortak noktaları da
hastalıkları... ikisi de kanser oldular. Steve’in beslenme düzenini okuyunca,
acaba babamda bu ısrarcı dietleri yüzünden mi kanser oldu diye düşünmeden
edemedim. Allah’tan bir noktada Steve’den ayrıldı. Teşhis ve tedavi için dokuz ay
beklemedi. Hemen ameliyat oldu, kurtuldu... Steve iphone’ları açtırmaya
yanaşmadığı gibi, kendi bedenini de açtırmaya yanaşmadığı için kanserden
kurtulamadı. Ameliyat olduğunda tümör metaztasını yapmış, atı alan Üsküdar’ı
geçmişti...
Yazsam, daha pek çok ortak
noktaları çıkar. Ama artık çalışmam lazım. Babamın ki veya Steve Jobs’ın ki
kadar tutku dolu olmasa da yoğun bir program beni bekliyor. Benimde kendimce hedeflerim var.
O hedeflere ulaşmak için de pek çok şeyden vazgeçtim. Çok sevdiğim halde,
saatlerce yazamamak da bunlardan bir tanesi. İşleri toparlamak adına, çok zaman
blog yazmayı feda ediyorum.
İleride Steve Jobs’ın
çocuklarının biyografileri yayınlanırsa, onlarla kendiminkini karşılaştıran bir
yazı daha yazarım. Ama bu yazıyı şimdilik bitirmek istiyorum. Steve Jobs’ın ve
babamın söylediği cümleler ile...
‘Esas olan yolculuktur’ demiş
Steve... Çalışmanın ne demek olduğunu bu kadar güzel anlatan bir cümle daha
görmedim. Varınca, yolculuk biter. Asıl olan varmak değildir, asıl olan yolda
gitmektir.
Babamdan insan hayatındaki en
önemli iki şeyin; bu yolda giderken karşılaştığım zorluklardan yılmamak ve
bütün çabalarıma rağmen değiştiremediğim şeyleri de oldukları halleri ile kabul
etmek olduğunu öğrendim. Ne zaman aldatılsam, kaybetsem, tedbirsizliklerim için
kendime kızıp, vazgeçmeye yaklaşsam, babamın ‘kazık yemeyen adam, yontulmamış
ağaca benzer, diyen sesini duyarım... Ağaç yontuldukça, insan kazık yedikçe
güzelleşir, demişti babam... Bir olayın gidişatını kontrol edemeyip paniğe
kapıldığım zamanlarda yine babamın ‘bize birşey yapacak olanlar, başımızı
nasılsa bir yere yaslar’ diyen yüzü gözümün önüne gelir. Tabii orjinalinde, bu
söz bu kadar kibar söylenmez. Ama hepimiz yetişkin olduğumuz için, boşlukları
kolaylıkla doldurabiliriz sanıyorum. İş hayatında bile bile lades dediğimiz
zamanlar olur. O vakitler hep babamın bu sözünü düşünürüm, sinirlerim derhal
yatışır.
Babam, darb-ı mesellerle konuşan
bir adamdır. Bildiğim atasözleri ve deyimler, babamdan mirastır. Bunlar,
hayat yolculuğunda yenilenmek, tazelenmek, düştükten sonra tekrar ayağa
kalkmak için çok işe yarar. Bir de babamın metaforları vardır. Etrafındaki
insanların zekaları kendisine denk olmadığından, anlamalarını kolaylaştırmak
için benzetmeler yaparak konuşmayı alışkanlık haline getirmiştir. Hafızamda bu
metaforlardan yüzlerce var. Ama bir tanesi nedense çok etkilemiş. Ondört
yaşındaydım, bir gün okuldan geldikten sonra ‘sınıfımda benim kadar çalışkan
başka bir çocuk yok, rekabet edecek kimse bulamıyorum, motivasyonum düşüyor, bende git gide tembel
bir öğrenci haline geliyorum, diye
ağlamıştım. Bana ‘ seni koyunlarla birlikte çayıra salarsak, otlamaya mı başlayacaksın
yoksa’ diye sormuştu. Bu benim mottom oldu. Etrafımdakiler ister kıvırcık,
ister karaman, ister shetland olsun,
asla sürünün davranışını takip etmemem gerektiğini o gün anladım.
Okuldan mezun olduktan sonra İMKB
binasının şantiyesinde işe başlamıştım. O yıllarda AutoCAD kullanabilen insan
parmakla gösterildiği için, bana ayda 8000 dolar maaş, servis, yemek bileti falan
vermişlerdi. İki ay çalıştım. Sonra birgün eve gelip ‘baba, ben burada çok para
kazanıyorum. Böyle giderse, rahata alışıcam, asla kendi işimi kuramıycam. İşi
bırakmak istiyorum’ dedim. Babamın gözleri doldu. Aferim kızım, dedi.. hemen
ayrıl, rahata alışmak kadar kötü birşey yoktur. İnsanın hareket kabiliyeti
giderse, hayatının denetimi de elinden gider... Annemin ‘deli babasının deli kızı, bu iş
bırakılır mı, bu parayı başka nerede bulacaksın, sürünürsün alim allah’
tehditleri arasında kendi işimi böyle kurdum.
Overall’da bakarsak, hayat
çizgimi en çok etkileyen insanın babam olduğu aşikar... Evlenmeye ikna etmesini
bir kenara bırakırsak, çok da fena yönlendirmemiş... Orada da artık konuşan
babam mıydı, yoksa o ses Tanrı’nın sesi miydi, bilinmez. Çünkü cümle çok
rafineydi. Tek atışta hedefi onikiden vurdu... Ne diyelim, olacağı
varmış...
Yarın babamın doğum günü...
Baba-kız ilişkimizde birbirimizin doğum gününü kutlamak, sarılmak, sevgi
sözcükleri söylemek gibi bir tarzımız asla olmadığından, kendisine bu yazıyı
hediye ederek, 72. Yaşını tebrik etmek istiyorum. Nasılsa okumayacağı için,
hediye vermemek geleneğimiz de bozulmamış olur.
Annem bana sık sık ‘babanın
kopyasısın’ der... Gerçi bunu iltifat olarak mı, hakaret olarak mı söylediği
pek belli olmaz ya neyse... Ama, biz
olaya iyi tarafından bakalım, aksi ispat edilene kadar, iltifat kabul edelim.
Sevgili baba,
Doğumgünün kutlu olsun,
ellerinden öperim...
Yorumlar
Yorum Gönder