Defne, teknolojik bir gelişmeden
söz etti. Çinliler bir halogram icat etmişler. Bu halogram ön koltukta,
sürücünün yanında oturan insan görüntüsü yaratıyormuş. Biz çocukken bu cümleler
her zaman ‘Japonlar’ diye başlardı. Değişen zamanla birlikte, hem icatlar, hem
icatları yapan milletler değişti. İnsanlar eskiden birlikte yaşadıkları hayatı
kolaylaştıracak şeyler icat ederlerdi. İcatlar sayesinde hayat o kadar
kolaylaştı ki, kimsenin kimseye ihtiyacı kalmadı. Bireysellik aldı yürüdü.
Şimdi de bireyselliğinin doruğuna çıkmış ve artık başka insanlara da tahammül
edemeyecek kadar bencilleşmiş insana, insan şeklinde oyuncak icat ediyorlar.
Yalnızlığımız gün geçtikçe
dramatikleşiyor. Kalabalıklar içinde yalnızız... Basit bir söz oldu
farkındayım. Ama durumu güzel tanımlıyor. Etrafımız insanlarla çevrili... ama
giderek bireysel rahatlıklarımızın esiri olarak, tek başınalaşıyoruz. Sonra da
içimizdeki insan özlemi bizi deliye döndürüyor, yemeyip içmeyip yan koltukta
oturan halogramlar icad etmeye çalışıyoruz.
Yıllar önce Arthur Schopenhauer
okumaya ‘mutluluk üzerine aforizmalar’ ile başlamıştım. Artık bendeki nasıl bir
akılsa, kitabı alıp okuyunca mutluluğun bütün sırlarına vakıf olacağımı
zannettim. Bitirdiğim zaman, neredeyse kederimden ölüyordum. Schopenhauer,
nasıl mutlu olunacağından değil, mutlu olmanın imkansızlığından bahsediyordu. Kitabın
bir yerinde de şöyle yazmıştı; geceler boyu Tanrı’ya bana bir insan gönder diye
yalvardım....
Ne kadar kalpten bir çığlık...
Gece bunu yazan adamın, öğle yemeklerini yemeyi alışkanlık halinde getirdiği
kafede, kendisi ile konuşmaya çalışan herkesi azarladığını düşünürsek, duanın
ne kadar kalpten olduğunu daha iyi anlayabiliriz sanıyorum.
Peki Schopenhauer’ı böyle
davranmaya iten şey neydi acaba? İnsan bireyselliğinin bizden daha fazla
farkında oluşu mu? Yoksa duygu ve düşüncelerimizi paylaşmanın imkansızlığını
anlamış olması mı? Bu dünyaya tek başına gelip, tek başına gittiğimizin daha mı
derinden farkındaydı? Veya iki kişi arasında olup bittiğini sandığımız herşeyin
aslında insanın kendi içinde olduğunu, diğer tarafın içinde olup biten herşeyin
de diğer tarafın içinde olduğunu, bu yüzden gelinecek son noktada acının ve
hayal kırıklığının kaçınılmaz olduğunu keşfetmesi miydi onu böyle davranmaya
iten? Neticede koskoca filozof... Bizden farklı şekilde hissedecek bir tarafı
olduğu kesin... En azından benden farklı bir tarafı var. Olmasa idi, Schopenhauer
ben olurdum. Schopenhauer da benim blog’umun
yazarı olurdu.
Gerçi böyle söyleyerek kendimize
çok da haksızlık etmek istemem. Schopenhauer kadar olmasa da, insan ilişkileri
söz konusu olduğunda bizde kendi çapımızda arıza sayılırız. Hem hayatlarımızda
bir insan ister, hem de bir insan hayatımıza girecek olduğunda bir çuval inciri
itina ile berbat ederiz.
Yukarıda sözünü ettiğim türden
bir olayı geçenlerde yaşadık.
Sevgili iş geliştirme
direktörümüz Gaye, birkaç hafta önce sabah erkenden ofise geldi. Ben kapıdan
henüz girmişim. Daha kahve bile içmemişim. Gaye’yi böyle yüzü, gözü
karmakarışık olmuş, dokunsalar ağlayacak halde görünce, aklım başımdan gitti.
Eyvah, dedim, birine birşey oldu...
-Gülfem, dedi... Hani beni
teknesinde kahve içmeye davet eden, range rover’lı adam vardı ya...
-Evet vardı... ne oldu, arabayı
mı çarptı, tekne mi battı, adam mı öldü...
-Ölse, daha iyiydi...Marley’in
yanına şap attı...
Mimar olmama rağmen olayı anlamam
on dakika aldı. Meğer konu adam, daire al-sat işleri yaparmış. Köhne daireleri
ucuza alıp, dekore edip satıyormuş. Bu dairelerden birine Gaye’yi götürmüş ve
dekorasyon hakkında fikrini sormuş. O sırada bizim kız, adamın yerlere bir
bütün şeklinde değilde, parçalı şekilde yamalı bohça misali şaplar attığını
görmüş. Bunu söylediğinde adamcağız, ne var yani, hepsinin üstüne parke gelecek
zaten, demiş... Gaye Hanım, bu kadar özensizliğe dayanamamış ve adamı o anda
defterden silmiş...
Bunu bana anlatınca kendisine
‘sen aptalın tekisin, dedim. O’da bana ‘sende süzme salaksın’ dedi.. Adamlara
zeka testi yapıyorsun... Testi sadece mühendisler geçiyor. Seninle çıkmak
isteyen bir mühendis daha görürsem, kusucam...
Allah, allah... Kendisi bu adam
yokluğunda range rover’lı insanı yerlere
şapı tek parça halinde atmadı diye künyeden düşmüş, gelmiş bana salak diyor... Bizde
bayılmıyoruz herhalde... %2’lik zeka
dilimine giren adamların hepsi gidip mühendislik okumuşlarsa, elimden ne
gelir... %2’lik dilime giren edebiyatçı vardı da ben mi yedim?..
Geçtiğimiz hafta bir işletme
mühendisi ile yemek yedim. O’da meğer benim gibi fizik severmiş. Yemek boyunca
quantum fiziği konuştuk. Diyeceksiniz ki, böyle yemek konusu mu olur? Valla,
olur... Hem de pek güzel olur. Zira quantum fiziğinin, piyasada dolanan quantum
felsefeleri ile uzak yakın ilgisi yoktur... bambaşka bir şeydir. Aslında üzerinde
konuşmanın bu kadar zevkli olduğu pek az konu vardır.
Yemekte laf lafı açtı... Konu
quantum’dan evrenin bütününe, oradan ruhsal gelişime, gurulara, avatarlara, dinlere
geldi. Bana kendisinin çevirdiği bir kitabı tavsiye etti. Okuyun, garanti
ederim, hiçbir şey anlamayacaksınız, dedi... Hayırdır, dedim... sizde %1’in
peşinde misiniz yoksa? Ne demek istediğimi hayret verici bir hızla kavradı. Ve
dedi ki; insanların zeki, aptal, güzel veya çirkin olmalarının hiçbir önemi
yoktur. Birgün gelecek onları bu şekilde ayırmayacaksınız. Çünkü ortada
ayrılacak birşey yok...
Veda edip ayrıldık. Damağımda
seçtiği şarabın enfes tadı ile arkasından baka kaldım.
Eve dönerken Gaye’yi aradım.
Senin eski kocan nasıl bir adamdı, diye sordum... Çok düzenli, çok titiz ve çok
özenli bir adamdı, dedi... Peki benim eski kocam nasıl bir adamdı, dedim... Okula
birinci girmişti, çok zeki bir adamdı, dedi... Öyleyse? Kendisi %2’lik dilimden
olduğu için ne demek istediğimi hemen anladı. İkimizde gülmeye başladık. Allah
bizi bir kez özen ve zeka ile imtihan etmişti aslında... Kendimize göre en
değerli şeyleri bulduğumuzda mutlu olamamıştık ki... Buradan anlamamız gereken,
zeki veya aptal, özenli veya özensiz
diye bakmamamız gerektiği miydi acaba?
Peki neye bakmamız gerekiyor o zaman?
Boyuna, posuna bakma... fiziğine bakma, zekasına bakma... parasına, puluna
bakma... ne kaldı geriye? İsterseniz 100 metreyi kaç saniyede koştuğuna bakalım
artık... veya sırıkla atlatalım. 6 metreyi geçemeyenlerle zinhar çıkmayalım...
Bugün Esra aradı... Üzgünsün,
bliyorum... bende senin için üzülüyorum. Ama mutluyken hiç blog yazmıyordun,
şimdi hergün yeni birşeyler yazıyorsun. Bu durumdan kendi adıma çok memnunum,
dedi...
Oldu olacak, ben biraz daha
üzüleyim. Üzüldükçe, habire birşeyler yazayım... Bir ay falan daha bu şekilde
kalırsam, belki çıkılacak adamlarda aslında
neye bakmamız gerektiğini de bulurum.
İla nihaye, yaz sonunda ben kahrımdan öleyim... Ne gam... yeter ki insanlık kazansın... dostlar beni hatırlasın...
Yorumlar
Yorum Gönder