Yukarıdaki başlık bir fıkradan
alıntıdır.
Köyün birinde, bir ilkokul
öğrencisi okuldan eve gelir. Babasına 'öğretmen ödev verdi, hayal nedir, gerçek
nedir? Cevabı yazıp yarın okula götürmem lazım, der. Babası bu iki kavramı örnekleyerek açıklamaya
karar vermiş olacak ki; çocuğa ‘git
anana sor, bizim eve Kadir İnanır gelse, beraber olur mu öğren, der. Çocuk şaşırır, ama babasına itaat eder, gider
annesine sorar. ‘anne bu eve Kadir İnanır gelse , onunla beraber olur musun?
İşten, güçten, ırgatlıktan bunalmış kadın düşünür, Kadir inanır kim, ben kim?
Sonra oğluna döner ‘tamam der, Kadir İnanır bu eve gelsin, ben onunla beraber
olurum’... Çocuk aldığı cevaptan fena halde şaşırmış, babasının yanına döner..
Baba der, anam Kadir İnanır gelse, O’nunla beraber olurum, dedi. Baba bu sefer ‘şimdi
de git bacına sor’ der... Tarık Akan bu eve gelse, onunla beraber olur mu?
Çocuk daha da şaşkın halde, bu kez ablasının yanına gider. Bacı, der Tarık Akan
bu eve gelirse, onunla beraber olur musun? Elleri leğenin içinde çamaşır
yıkayan kız, bir kendine bir kardeşine bakar. ‘Tamam der, Tarık Akan gelsin bu
eve, ben onunla beraber olurum... Çocuk
koşa koşa babasının yanına döner. Gözleri hayretten faltaşı gibi açılmıştır.
Baba, der,bacım’da Tarık Akan gelse, onunla beraber olurum, dedi... Babası
oturduğu sedirde şöyle bir doğrulur; oğul der, bu eve Kadir İnanır ile Tarık
Akan’ın gelmesi hayaldir. Ama gerçek şu ki, bu evde iki orospi vardır...
Dün gece yatağıma yattıktan sonra
ben de düşündüm. Hayal nedir, gerçek nedir? Tabii ki de yanıtı bulamadım. Gerçi
gözlerimi kapattığım zaman ibibikler ötüyordu. Ama insanlığın binlerce senedir
aradığı cevabı, gecenin bir nısfında iki saat düşünerek bulmamı beklemeyin benden... bu da bana haksızlık olur
sonuçta...
Cevabı bulamadım ama, kendimce
başka şeyler buldum.
Kader ajanları diye bir film
vardı, seyredenler olmuştur belki... Orada Amerika Başkanı olması ve dünyayı
daha iyi bir yer haline getirmesi beklenen bir adamın sevdiği kıza kavuşmasına
mani olmaya çalışan kader düzenleyici ajanların hikayesi anlatılıyordu.
Ajanlar, müstakbel başkan, sevgilisine kavuşursa, bu ona yeteceği ve başkan
maşkan olmaya çalışmayacağı için, aşıkların arasına girmeye çalışıyorlardı.
Anladığım kadarı ile, benim de yürümem gereken daha epeyce yollar var. Yoksa
neden kaderim hep mutluluk ile arama girmeye çalışsın. Demek ki, ruhumun huzur
bulmaması gerekiyor. Huzurum olmasın ki, hep didineyim, hep dirseneyim... hep
bir yerden bir yere varmaya çalışayım. Hiç rahat yüzü görmeyim ki, hep hareket
halinde olayım. Benim için bereket planı da ‘nerede hareket, oarada bereket’
şeklinde yazılmış anlaşılan...
Yalnız bu planı yazanlar bazen
benim sadece insan olduğumu unutuyorlar. Sabaha ayrı sınav, akşama ayrı sınav
koyuyorlar. Gerçi Rab, kimseye taşıyamayacağı yükler yüklemezmiş. Bana bu
yükleri yüklediklerine göre, taşıyacağımı düşünüyorlar. Ama ben hangi akıla
hizmet bu istihap haddinin altına imza attım, işte onu bilemiyorum. Yeni dönem kişisel gelişimcilerin
iddia ettikleri gibi, bu anlaşmaları dünyaya gelmeden önce öbür tarafta
yapıyorsak, anlaşmayı kabul ederken ki
kafa acep neyin kafasıydı... Anladığım kadarı ile Kevser beni bozuyor
dostlar... Yoksa öbür tarafta açık büfe Margarita servisi yapacak halleri yok
değil mi?
Aslında bizi imtihan edenler, hep
aynı düzeni kuruyorlar. Önce bir duygu için bağımlılık yaratıyor, sonra o
duygunun objesini elimizden alıyorlar. Duygu yaratacak bağımlılık objeleri ikiye
ayrılıyor. Canlı objeler, cansız objeler... Canlı olanlarda kendi aralarında üçe ayrılıyorlar. Aşk
objeleri, evlatlar ve dostlar... Cansız
obje dediğimizde de para ve paranın temsil ettiği her türlü maddi güç var... İnsanoğlu bunlardan birine bağımlılık
kesbetti mi, kader derhal onu elinden alıyor. Böylece kendi varlığını bu
objenin bünyede yarattığı endorfin salınımına bağlamış olan ruh sarsılmaya
başlıyor. Sarsıntının durmasına kadar geçen süreye de öğrenme ve gelişme
deniyor.
Dün ben kendi adıma, canlı cansız
her türlü duygu objesi ile imtihan edildim.
Sabah saatlerinde öğretmenim bir
tavşandı. İki yıl önce evimden ayrılırken, bir kulağı koptuğu için beğenmeyip yanıma
almadığım küçük pembe tavşan... İki sene sonra evimin kapısından, bu kez bir
yabancı olarak girdiğimde, beni, onu bıraktığım yerde bekliyordu. Büyük kızımla
birlikte, o tavşanı satın aldığımız günü hatırladım. Eve getirişimizi,
lavabonun yanına, tezgahın üzerine koyuşumuzu... Oradan hiç ayrılmamıştı. Sanki
benim iki sene sonra geri gelip, onu orada bulacağım günü beklemişti. Görevi,
dün senin olan, bugün bir başkasının olabilir, buna takılmaman lazım, dünya
malı dünyada kalır, demekti muhtemelen... Vaktiyle beni satın almasaydın, bugün
burada bu acıyı da yaşamayacaktın. Bu ev, bu bahçe, bu duvarlar olmasaydı, bu
dolaplar, bu artık başkalarının hayatlarına açılan kapılar olmasaydı, yüreğinde
bu sızı da olmayacaktı. Bana yürü git Gülfem, dedi... Ne kadar azına sahip
olursan o kadar azını kaybedersin.
İkinci öğretmenim eski kocamdı...
Bir zamanlar ikimizin olan, çok geceler sarmaş dolaş girdiğimiz yatak odasının
kapısından yine birlikte ama bu sefer birbirimize değmeden girdik. İkimizde
sanki karşımızdakinin bulaşıcı bir hastalığı varmış gibi o kadar kenara
çekilmiştik ki, az kalsın düşecektik. Artık ne o oda bize aitti, ne de biz
birbirimize aittik... O anda yine kaderimin sesini duydum. Eşyalara sahip
olamadığın gibi, insanlara da sahip olamazsın. Hayatındaki insanlar, bir
nehirde birlikte yüzdüğün dal parçalarına benzer. Yanına gelir, bir süre seninle
beraber yüzer, sonra başka bir yöne giderler... Zaman herşeyi değiştirir...
Ve son olarak; akşam saatlerinde verilen
bir dersle günüm tamamlandı. Bu sefer karşımda bir zamanlar arkadaşımmış gibi
görünen ama şu anda aslında kim olduğunu asla bilemediğimi anladığım biri
vardı. Büyük ihtimalle yüceltilmiş bir ruhtu... Yoksa sırf ben öğrenmem gerekenleri
öğreneyim, diye aşağılık bir yalancı kılığına girmeyi neden kabul etsindi...
Bana, kendi dışımdan gelen gerçeklere inanmamam gerektiğini öğretti. Ne kadar
güzel söylenirse söylensin, ne kadar
dokunaklı ve ilham verici olursa olsun, gerçek ancak kaynağını kendi
yüreğinden alırsan, gerçekti.
Vaktiyle bir kitap okumuştum.
Kitabin yazarı, kendi evine, yıllar sonra misafir olarak gelmiş, gece yatısında
evin misafirhanesinde ağırlanmış, bütün gece kaldığı odanın camından bir
zamanlar kendisine ait olan evi seyretmişti. Hikayenin sonunda ‘cam kırıkları, parmaklarımın
ucundan yüreğime battı’ diye yazmıştı... Bu cümleyi okuduktan sonra hiç
unutmadım. Hatta birkaç kez yazdım da... Ama gerçek anlamını yeni kavradım. Dün
parmak uçlarımdan yüreğime batan cam kırıkları, benim hayallerimdi...
Peki, hayallerin cam kırıkları
olduğunu anladık sayalım. O zaman neye gerçek dememiz gerekiyor? Galiba
hayaller elimizden alınınca geri kalana da gerçek diyorlar. Bugün benim için
gerçek, hayallerimin yokluğunun yarattığı bir yoksunluk krizi olarak görünüyor.
Tecrübe ile biliyorum, sessizce oturup bekleyince, acılar geçiyor. Her zaman
çok kolay olmuyor. Ama hiçbiri de sonsuza dek sürmüyor.
Burada aklıma Einstein’ın bir
sözü geldi. ‘Mutlu olmak için, insanlara değil, amaçlara bağlanın’ demiş
üstad... Lafın güzelliğine bak. Ne
olursa olsun, yüzde ikiden şaşmamak lazım demek ki... Einstein’ın sözü aklın
gerçeklere götüren yolunu bırakanlara kapak olsun... Aptalların hayalleri ile yetinmeyi kendilerine reva gören tüm kadınlara...
En başta da bana...
Yorumlar
Yorum Gönder