15 Nisan 2015 Çarşamba
Saat 09:30
Dün ki fuar travmasından sonra, bu sabah kendimize gelemedik. Evden çıkana
kadar 9:30 oldu. Dolayısı ile Stazione Centrale’de ki pastanenin çikolatalı
kruvasanlarına yetişemedik. Sandviçlere kaldık.
Sandviçleri aldıktan sonra, İrem tekrar fuara gitti. Kendisi bir çeşit ruh
hastası olduğu için, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, fuarın tamamını
göremeyeceğini O’na anlatmak imkansız.
Resim 37: Merak edenler için, Tortona böyle bir yer…
Saat 11:15
Özlem, Gaye ve ben Centrale Cordona’dayız. Yoksa Cadorna’ mıydı…
Santa Marie Delle Grazie kilisesini arıyoruz. Niyetimiz, bu kilisede sergilenen
Leonardo’nun ‘son yemek’ini görmek…
Saat 11:30
Kilisenin kapısına vardık. Kuyruk yok. Bu çok şaşırtıcı bir şey. Çünkü
normalde, insan kalabalığının kilisenin etrafını iki kere dönmüş olması lazım.
Özlem, Duomo’ya kuyrukta beklemeden girecek kadar şanslı olmamızdan yola
çıkarak bir korelasyon yapıyor ve ‘son yemeği’de kuyrukta beklemeden
görebileceğimizi düşünüyor.
Gişedeki memure 1 saat 15 dakika beklersek, resmi görebileceğimizi
söyledi. Özlem’in düşündüğü kadar olmasak da yine de şanslıyız.
Vakti öldürmek için, sokağın devamında uzaktan hayal meyal görünen bej
renkli bir tenteye doğru yürüyoruz.
Tentenin sahibi küçük bir dondurmacı. Hay Allah… Özlem, bir saat ayakta
kilisenin kapısında dikilmeyelim diye dondurma yemeye razı oluyor. Bizde su
içeriz, falan derken Gaye dükkanın içindeki kahve makinasını görüyor. İki
capuccino, bir cafe latte ısmarlıyoruz ve gösterişsiz vitrinin önündeki alelade
sandalyelere oturuyoruz.
Biraz sonra bej saten üniformalı, omzu ve kol ağızları bordo üstüne altın sırma işlemeli,
jilet gibi üniforması ile bir garson, keten peçeteli, gümüş kaşıklı, kristal
bardaklı kahve servisimizi getiriyor.
Cafe’nin adı San Carlo… Gaye ve Özlem çok memnun. Ben kahvenin tanesine 20
Euro vereceğimizi anlamış olmakla bahtiyarım. Dün Duomo’nun karşısındaki bir kafede çok lazımmış gibi milkshake
içtiler. Tanesine 8 Euro verdik. Bu talihsiz olaydan sonra, kahveden başka bir
şey içmeyi yasaklamıştım aslında. Ama akacak kan damarda durmuyor gördüğünüz gibi…
Resim 38: Bizim evde böyle takım yok…
Allah’ın bildiğini kuldan mı saklıyım yani, ne yapıyim…
Allah’ın bildiğini kuldan mı saklıyım yani, ne yapıyim…
Kafede, müzeye giriş saatimizin gelmesini beklerken, yanımızdaki masaya
yaşlı bir çift oturdu. Espresso içtiler. Doksan yaş civarındalar. Ama kadın
makyajını yapmış, boynuna kırmızı fularını bağlamış, inci küpelerini takmış…
Bütün mahalle onları tanıyor. Herkesle selamlaştılar. Önümüzden kol kola
geçerken, bize de gülerek merhaba dediler. Özlem, Ali ile böyle yaşlanmak
istediğini söyledi. Ben bu yaşa kadar yaşamaya karşı olduğum için, biri ile
beraber veya yalnız, kendime bu hayali yakıştıramadım.
Resim 39:Bir Köroğlu bir Ayvaz…
Saat 12:45
Kilisenin içindeyiz. Leonardo’nun şaheserlerinden birine bakıyoruz.
İsa’nın sağ yanında oturan bence Maria Magdelena… Kitaplarda gördüğüm
fotoğraflarına bakarak emin olamamıştım ama orjinalini görünce hiçbir şüphem
kalmadı. Gaye, İsa ve Magdalalı Meryem'in arasındaki açının kutsal kaseyi, yani İsa’nın
soyunu devam ettiren Maria’nın rahimi simgelediğini söyledi.
Özlem, dün geceden beri bu resmi göreceğimiz için çok heyecanlıydı. Sabah
evden çıktığımız andan başlayarak, resmin gösterildiği salonun kapısına gelene dek
neredeyse dakikaları saydı. Üç aşamalı güvenlik kontrolünün sonuncusundan geçmek
üzereydik ki, Ali aradı. Böylece Özlem’in, bu resmi daha önce gördüğünü Ali’den
öğrenmiş olduk.
Resim 40: Son yemek
Resim 41: İsa’nın solunda oturan figür, kadın değil mi allasen… Aradaki açı da kutsal kase işte… Gaye’yle bana sorsalar, insanlığın bütün sırlarının aydınlanması iki günden fazla sürmez ama sormuyor insafsızlar…
Resim 41: İsa’nın solunda oturan figür, kadın değil mi allasen… Aradaki açı da kutsal kase işte… Gaye’yle bana sorsalar, insanlığın bütün sırlarının aydınlanması iki günden fazla sürmez ama sormuyor insafsızlar…
Saat 14:00
Milano kalesini gezdik. Kalenin önünden iki katlı, üstü açık otobüsler
kalkıyor. Bütün şehirde tur atıyorlar. Onlardan birine bindik ve Milano turuna
çıktık.
Rehber, bir kilisenin önünde garip bir anons yaptı. Meğer bu kilise, insan
kemiklerinden yapılmış. Merak sensörlerimiz derhal açıldı. Muhakkak gelip bu
kiliseyi görmemiz lazım.
Saat 15:00
Kemik kilisesini görebilmek için, kırmızı tur otobüsü ile bir tam, bir de
üç çeyrek tur daha attık. Kilisenin önünden geçerken, Gaye dedi ki, şimdi biz son
durakta inmeyelim, zaten bu otobüs ring yapıyor, bir sonraki turda buradan
geçerken ineriz’…
Yabancı şehirde olmanın zararları işte. Meğer kemik kıran kilisesi, sondan
bir önceki durakmış. Yani bir durak sonra, başlangıç noktamıza döndük. Ama
kilisenin yerini bilmiyoruz. Mecburen ikinci turu da attık. Sonunda baymış bir
halde otobüsten indik.
Kilisenin dört duvarı tavana kadar uyluk kemiklerinin eklem yeri ve
kafatası kaplı. Hatta üşenmeyip, kafatasından haç deseni yapmış ruh hastaları… Tüm
bunlar yetmezmiş gibi, altarın önünde bir vazonun içinde plastik kırmızı
güller var. Önünde mumlar yanıyor. İnsan burada ne için dua eder acaba?
Allah’ım kemiklerime ağrı sızı verme, beni romatizmadan koru diye mi…
Ben fazla kalamadım. Kendimi dışarı attım. Benim derdim bana yetmiş zaten,
bir de bununla uğraşamam şimdi.
Resim 42: Kemik kıran kilisesi’nin içi… Ve duvardaki haçlar. Gördükleriniz
gerçek kemik ve kafatası.
Saat 16:00
Duomo’nun önünde bir cenaze töreni var.
Geçtiğimiz hafta bir yargıç ve avukat, adliye binasında öldürülmüş.
Cenazeleri Duomo’dan devlet töreni ile kalktı. Yanımızdaki gazeteciye ‘neden
devlet töreni’ diye sorduk. Adliye binasında öldürüldükleri için, dedi. Bir de
avukat halk tarafından çok seviliyormuş. Arkasından bir günlük yas ilan
etmişler.
Kilisenin etrafını barikatlarla çevirmişler. Halk belli bir mesafeden daha
fazla kapılara yaklaşamıyor. Meydan Carabinieri dolu. Özlem, yakalarındaki
rozetlerine bakarak, bunların çok üst düzey polis olduklarını söylüyor. Bu üst
düzeylerden bir tanesi, yüzü kalabalığa dönük olarak, sürekli önümüzde volta
atıyor. Adamın yüzünde öyle keskin bir ifade var ki, üç yaşımdan beri işlediğim
bütün suçlarımı itiraf etmem gerektiği hissine kapılıyorum. Annemin misafir
örtüsüne çay dökenin ben olduğumu, kardeşim Kerem’in hiçbir suçu olmadığını
söyleyim, bitsin bu iş…
Mevtaların cenazeleri, Duomo’dan çıkarılırken, arkalarından bir Fatiha
okuyayım, dedim. Meğer Gaye’de benim gibi düşünmüş. Birden aklıma bir sahne
geldi. Rahmetliler oturmuş, önlerindeki ekrandan kendileri için okunan duaları takip ediyorlar. Filanca mum yaktı, falanca istavroz
çıkardı, feşmanca allah belasını versin, dedi…. O sırada listeden iki tane de
Fatiha geçiyor. Anlamaz da garipler… Neyse, dua duadır. Balık bilmezse, Hâlik
bilir…
Saat 17:00
Tören bitti. Artık Tortona tarafına gidebiliriz. Şu ana dek 9.800 adım
yürümüşüz ve sabahtan beri hiçbir şey yememişiz. Açlıktan ölmek üzereyiz.
Biz bu kadar yürüdüğümüze göre, bugündür Tortono’yu arşınlayan İrem, 20.000
adıma ulaşmıştır ve tahminimce yorgunluktan ölmüştür. Birazdan konsolosluktan
ararlar, gelin cenazenizi alın, diye…
Saat 20:00
Tortona’da İrem’le buluştuk. 13.400’üncü adımda nihayet yemeğimizi
yiyeceğimiz restoranın kapısına ulaştık.
Restoran’ın adı La Traditionale… Garson sevimli bir adam. İrem ve Gaye
pizza, Özlem ve bendeniz de, biraz sonra bizi zehirleyecek olan küçük midyeli
spagetti ve deniz taraklı risotto’larımızı yiyoruz.
Masada acılı zeytinyağı var. Gaye ‘kilo almayım diye, pizza’nın üzerine acılı
zeytinyağı döktüm’ dedi. Bende ‘çok iyi düşünmüşsün’ dedim. Ruh hastası.
Burada gördüklerinden sonra kayışı iyice kopardı. Ne dediği belli, ne yaptığı…
Resim 43: La Traditionale’nin giriş holü…
Az önce burada, Özlem’in doğum
gününü kutladık.
Saat 22:30
Restoran’dan kalkarken, blogda yazmak için Özlem’e semtin adını sordum.
Ticineze, dedi. Ama ben otuz saniye içinde unuttum tabii… Burası benim için artık Ticineze, Tikinezya
veya Ekinezya… Gülfem’in İtalyanca isimlerle imtihanı… Ne olacak bu işin sonu,
hiç bilmiyorum.
Yemekte yine bokunu çıkardığımız için, ben eve kadar yürüyelim, dedim.
Kızlar ‘burada zahmet etmeyelim, İstanbul’a dönünce, Tuzla’dan Kadıköy’e yürürüz,
nasıl olsa aynı mesafe, dediler.
İrem bize bir Tortona turu attırdı. Her köşede ayrı bir parti ve ayrı bir
sergi var. Herkesin elinde içki bardağı… Dünyanın her yerinden binlerce mimar,
gündüz tasarımcı, gece clubber modunda partiliyorlar.
Saat 23:30
Torrona’yı Navigli’ye bağlayan bir üst geçit var. Bildiğin yaya geçidi.
Kırk basamak çıkıp, platforma ulaşıyorsun, yirmi metre düz gidiyorsun ve kırk
basamak daha inip, öbür yana ayağını basıyorsun. Torrona ve Navigli arasında
gidip gelen insan kalabalığı yüzünden, bu uyduruk üst geçitten geçmek yarım
saatimizi aldı.
Özlem, bir ara panik atak geçirecek, gibi oldu. Özlem’i sakinleştirmek
görevi bana düştü. Şayet panik atak geçirirse, bu kalabalıkta O’na yardımcı olamayacağımızı,
basıp gideceğimizi, panik atak geçirdiği ile kalacağını, anlattım. Anlayışlı
tutumum işe yaradı, Özlem anında kendine geldi.
Resim 44:Tortona Sokakları… Buralar tam Serkan Zihli’ye göreymiş. Bizim
elimizde mundar oldu gitti…
Saat 24:00
Metro çoktan kapandı. Taksi bulmak mucize. Dolayısı ile otobüse binmekten
başka çare yok. 9 numara ile Stazione Centrale’ye gidip, oradan eve yürüycez.
9 numarayı buluyoruz. Önünde kocaman Stazione Centrale yazıyor. Özlem, her
zaman olduğu gibi kontrol etmek istiyor. Yolculardan birine soruyor, adam ‘si’
diyor. Sonra belki adam bilmez, diye şoföre de soruyor. Şoför de ‘si’ diyor.
Halimizi gören gençten bir çocuk ‘bu otobüs bozuk, buradan garaja gidecek’
diyerek bizi kafaya almaya çalışıyor. Şoför olaya müdahale edip, bir kez daha
‘si’ diyor. Özlem ‘ya durun, birine daha soraydık’ derken, arkasından iterek otobüse
bindiriyoruz. Ben yanından geçerken, çocuğa ‘eşşoğlu beş kulak’ dedim. Kimse
bir şey anlamadı. Yabancı memlekette olmanın dayanılmaz hafifliği…
Saat 00:10
Otobüse son anda bir biletçi bindi. Hepimizin bileti var, İrem’in bileti
yok. Toplu taşıma araçlarına biletsiz binmenin cezası 300 Euro… Kızlarla
birbirimize baka kalıyoruz. Ben ‘inelim otobüsten’ diyorum. Nasıl olsa biraz
sonra bir tane daha 9 numara gelir, ona bineriz. Bir anlık tereddüt sırasında,
ben iniyorum, kapılar kapanıyor ve kızlar Garfield gibi cama yapışık vaziyette önümden
geçip gidiyorlar.
Otobüsün içinde olanları sonradan İrem’den dinledim. Biletçi onlara doğru
yürüyünce, elleri ayakları iyice birbirine girmiş. Bir sonraki durağa nasıl
varmışlar, kapı nasıl açılmış, nasıl aşağı inmişler, bilememişler.
İrem, beni aradığında, durakta, bir sonraki 9 numarayı bekliyordum. Sana
doğru yürüyoruz, kıpırdama, dediler. Cadde dümdüz. Bakınca İrem’in kırmızı
pantolonu seçiliyor zaten.
Saat 00:30
Allem ettik, kallem ettik, İrem’e tramvay bileti bulduk. İnadımız inat, bu
gece bu tramvaya binilecek. Biletimiz olduğu için, Murhpy kanunları gereği,
artık ilaç için arasak bir tane bile biletçi bulamayacağımızı bilerek, durakta
bekliyoruz.
Bu kadar geç saatte sokakta olmaktan dolayı biraz tedirginiz. Ama kendimize
medeni bir ülkede olduğumuzu hatırlatıyoruz. Burada kimse bizimle ilgilenmiyor.
Kaç gündür sokaklardayız, bir Allah’ın kulu, başını çevirip bakmadı. O sırada
ben olaya uyanıyorum. ‘Kızlar, yoksa biz çirkin miyiz?’ Meğer adamlar bize bu
yüzden bakmıyormuş…
Gaye ‘Memlekete dönünce gece yarısı Gümüşsuyu’ndan Taksim’e yürü o zaman’
diyor. Meydana vardığın zaman kendini Angelina Jolie sanırsın.
Saat 01:30
Nihayet evdeyiz. Adet olduğu üzere balkonda oturup Limoncello içiyoruz.
Karşıdan karşıya geçerken yaptığımız abuklukları ve bu akşam tramvaydan
parça bölük inişimizi mobeseden izleyen birileri varsa, kesin kitap haline
getirip, basarlar bunları. Sonra okullarda okuturlar, yapılmaması gereken 10
kusurlu hareket diye…
Ertesi günün, İtalya'da yaşadıklarımız arasında, en acayip gün olacağını bilmeden, sabaha karşı
nihayet yatıyoruz.
Yine çok başarılı . St carlo bahtiyarlığı , Fatiha , gelin cenazenizi alın muhteşem :)
YanıtlaSilBu blogu yazarken yaptığınız çabalar için teşekkür ederim. Görüntüler ile çok bilgilendirici yazı. ile ilgili çok ilginç bir konu Yemek Kartı Hizmeti
YanıtlaSil