Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Paralel Evren

Paralel evren kavramı ile iki sene önce tanıştım. Şimdi diyeceksiniz ki, quantum’a göre kişisel gelişim sayfaları paralel evren’den yıkılıyor, sen nasıl iki sene önce tanıştın. Aslında beni şahsen tanısanız, böyle bir soru sormazdınız. Zira ben ‘ele güne karşı yapayalnız’ şarkısını, meşhur olduktan 30 sene sonra ilk kez dinlemiş bir insanım. Her ortalama Türk genci gibi, lise yıllarımda bu şarkının sözlerini öğrenmiş olsaydım, şarkı ile gönderilen mesajın anlamını, belki de ömrüm baharken kavrayabilirdim. Veya bunun gibi acaba neleri kaçırdım… Bir yazıda bunlar için yazmak lazım aslında… Geçen hafta uykuya dalmadan önce, son altı aydır inatla okumaya çalıştığım ve bin bir zahmetle 53’üncü sayfasına geldiğim Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı romanından ansızın sıkılarak, başucumda duran cep telefonumun arama ekranına ‘paralel evren’ yazıp tıkladım. Yukarıdan aşağıya doğru bir sürü makale ve blog  yazısı listelendi. Sıradan açıp okumaya başladım… Gece geç vakit olduğundan, bir süre

40 yaş üstü Erkeklerin Genç Kadınlardan Hoşlanmalarının Sebepleri

Bu giriş,  geçen aylarda Arkitera’da yayınlanan ‘Mimarlık ve Seks’ makalesine benzedi. Makalede seks’le ilgili tek satır yoktu. Sadece okunsun diye böyle bir başlık atmıştı yazar. Bende vaktiyle ‘depresyonla baş etmenin yolları’ diye bir yazı yazmıştım. Yazdığım günden beri, blog’un en çok hit alan yazısıdır. Esasında çok dandiriktir. Ve okuyan insanı değilse bile, depresyona sokma kapasitesi taşır. Ama ben Arkitera’nın yazarı kadar insafsız değilim. Bu girizgahdan sonra, en azından 40 yaş üstü erkeklerin genç kadınlara ilgisini neden konu ettiğimi açıklarım. Yani öyle sakınır, söylemez falan diyorsanız, beni hiç tanımadınız demektir. Ben hattı zatında en ipe sapa gelmez konularda, konudan daha ipe sapa gelmez fikirlerini ‘dan’ diye söylemesi ile ünlü bir insanım… Efendim, bu sabah Beyaz Fırın’a gittim. Benim Cadde’ye iniş saatimde, sadece Beyaz Fırın dükkanı açık oluyor. Diğerleri kapalı. Veya personel yeni gelmiş, temizlik yapıyor. Eğer dükkana girmeye çalışırsanız, buğulu

Gündüz Niyetine

Allah hayırlara çıkarsın, dün gece rüyamda kendimi 1940’ların Nazi Almanyası’nda gördüm. Siyah beyaz filmlerden fırlamış çıkmış gri kaldırımlı, gri duvarlı, vitrinlerinin ahşap ve demir çerçeveleri bile gri olan bir yolda, çocuklarımla yürüyorum. Yanımızda eski kocamın yeni karısı da var. O’da kendi çocuklarının elinden tutmuş, koşar adım peşimizden geliyor. Sağımızdan solumuzdan SS subayları, omuzlarında tüfekleri ile Alman askerleri geçiyor. Ben fazla göze batmadan, çocuklarımla birlikte sokağı tüketip evime gitmeye çabalarken, bu kadın bir yandan bize yetişmeye çalışıyor, bir yandan da soluk soluğa konuşmaya çalışarak, kendisinin şimdiki zamanda, benimse geçmişte evli olduğum adamı, Naziler’in elinde esir olarak tutulduğu şatodan kurtarmamız için bana yalvarıp duruyor. Ben ‘bacım diyorum, uğraşmayalım. Bu kadar zahmete girmeye değmez, bırakalım kendi imkanları ile kurtulsun. Kurtulamazsa da kaderine sayarız’... Ama kadında bir ısrar, bir ısrar... Bak diyor, iki çocuk sende var, ik

Biyopsi

Salı günü Nişantaşı’na, biyopsi’ye gittim. Öğle yemeğinden sonra kahvemi içtim,  çantamı aldım, ‘arkadaşlar benim biyopsiye gitmem lazım, gelene kadar siz yerimi tutun’  dedim ve  arabama bindim, gittim. Bu, son beş aydır girdiğim ikinci biyopsi... İlkbahar’dan beri,  vücudumun kendi haline bırakırsak kanser olmayı kafasına koymuş bir parçası ile cebelleşiyorum.  Başarırsam, ailemiz için ikinci ‘erken teşhis, hayat kurtarır’ vakası olacak. Babama da böyle olmuştu. Akciğer kanserinden kıl payı sıyırdı. Şimdi sıra bende. Huyumuzun benzediği yetmezmiş gibi, kaderimiz de benzedi... Veya huyumuz benzediği için, kaderlerimizi aynı yöne biz sürükledik. Çünkü babama göre, ikimizin olayında da sebep biyolojik değil, konjonktürel... Gidişatın zorlaması ile kanser olduğumuzu söylüyor. Artık neye, niçin ve ne kadar çok üzüldüysek... Bir yerde bünye dayanamıyor ‘yeter kardeşim, benden bu kadar’ deyip bağışıklık sistemini kapatıyor. Bağışıklık sistemi kapansın ki, fişi toptan çekebilsin. Kan

LNB veya diğer bir deyişle Elenbi

Geçen hafta, bazı televizyon kanallarını izleyememeye başladım.  Görüntü yerine ekranda ‘sinyal seviyesinde azalma var, Digi kutunuzu kontrol edin, yok açın, olmadı kapayın’ tarzında yazılar çıkmaya başladı. Bende bilinçli bir tüketici olarak Digitürk’ün müşteri hizmetlerini aradım. Telefon hattının diğer ucunda şikayetimi dinleyen eleman, anten kablosunun arızalanmış olabileceğini, bizim bölgemize bakan yetkili servisi yönlendireceğini söyledi. Müşteri hizmetleri ile konuştuktan sonra, Digi kutuya baktım. Dramım kutunun arkasındaki beyaz kalın kablonun ucunda görünüyordu. Hakikaten anten kablosunun ucundaki metalin, arkasındaki kablo ile bağlantısı gevşemişti. Anten kablosunu yerinden söktüm, metal ucu kablodan ayırdım. Ancak bu tarz uçları kablolar ile birleştirmeye yarayan özel pense benim alet çantamda olmadığından, çaresiz teknik servisin gelmesini beklemeye koyuldum. Teknik Servis, Cumartesi sabahı geldi. İki tane genç delikanlı... Bir tanesi sarışın, uzun boylu, ağzı laf y

Güllü’nün Bisiklet Askısı ile İmtihanı

Sabah kalktım. Bisiklet askısını aradım. Nihayet, aylar önce kaldırıldığı dolabın en üst rafında buldum kendisini. Önüne arkasına yığılmış bir sürü eşyayı halının üstüne indirdim. Askıyı raftan çektim, çıkardım. Boyum, dolabın en üst rafına yetişsin diye ayağımın altına koyduğum İkea taburesine birden fazla kere inip çıkarak, halının üstüne indirdiğim eşyaları gerisin geri dolaba yerleştirdim. Sonraki iki saat boyunca 'acaba biz bu askıyı arabaya nasıl şey ettiriyoduk' sorunsalı ile uğraştım. En sonunda yirmi tane ipin her birinin nereye bağlanacağını hatırladım ve askıyı alıp otoparka indim. Askıyı arabaya takmadan önce, apartmanın bodrumunda duran bisikletimi bodrumdan çıkardım ve otoparka taşıdım. Bisiklet askısının genişlik ayarı, bir önceki arabama göre yapıldığı için, önce biri arabaya dayanan, diğeri bisikletin asılacağı birbiri ile yaklaşık 70 derece açı yapan kolları birleştiren ayar vidalarını söktüm. Bu son hareketle, birbirinden bağımsız iki parça demir ve bir

Cemal Efendi

Kardeşimin doğacağı sene, Yenimahalle’deki bahçeli fakat sobalı evimizden, Ayrancı’daki kaloriferli fakat apartman dairesi formundaki evimize taşındık. Babamın bu kararı vermesinde, beni her hafta, Hacettepe Hastanesi’nin çocuk aciline taşıması etkili oldu sanıyorum. Çünkü sürekli ateşim çıkardı ve öksürürdüm ben o evde... Ama sebep evin sobalı olması mıydı yoksa benim üzerime giydirilen her şeyi, annem arkasını dönünce çıkarıp atmam mı, o belli değil tabii... Bir keresinde annem beni, dolma gibi battaniyeye sarıp, çengelli iğne ile yattığım döşeğe zımbalamıştı. Belki hareket edemez de, bir umut üstünü açamaz, diye... Babam bütün bu mahsurları gidermek için kaloriferli bir eve taşınmaya karar verince annem ilkten sevindi. Öyle ya, soba yak, soba söndür, külü at, kömür çıkar, gibi dertlerden kurtulmuş olacaktı. Ama bir gece önce ‘hanım ne dersin kaloriferli bir eve taşınalım mı’ diyen babama ‘ay ne iyi olur’ demesinin diyetini çok fena ödedi. Çünkü babam ertesi gün öğleye doğru, m

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bugün Benim Doğum Günüm

Ben 1970 senesinin Nisan Ayı’nın yirmialtıncı günü Ankara’da doğdum. İnsan ne yazık ki hayatının bu en önemli olayının şahidi olamıyor. Kendisine anlatılanları dinlemek ve duydukları ile yetinmek zorunda kalıyor. Bende ebeveynlerimin ilk çocuğu ve anne ve baba tarafından aile büyüklerimin ilk torunu olduğum için, ister istemez herkes tarafından hatırlanan bu olayı, ailemin özellikle kadın fertlerinden birçok defalar dinleyerek büyüdüm. Öncelikle söylemek isterim ki, dinlediğim hikayelerin hiçbiri diğerine uymadı. Olayın en yakın iki tanığından biri olan annem ve babamın iki numaralı kardeşi Belma Hala’m ve olaya ziyaretçi kadrosundan dahil olan diğer akrabalarım, yaşanılanları hep farklı anlattılar. Dolayısı ile anlatıcının karakter özellikleri ile bezenmiş bir çok doğum hikayem oldu. Ben de 44 yaşımın aklı ile, senelerdir dinlediğim bu anlatımların ortak yönlerini derleyerek, en doğru hikayeye ulaşmak amacı ile, doğum günümü bahane ederek, bu blog’u yazmaya karar verdim.

Nerelerde Kaldın Ey Serv-i Nazım...

Babamın enstrüman çalmaya merak sarması, benim ortaokula başladığım seneye rastlar. Eve elinde cümbüşle geldiği o Cumartesi öğleden sonrasında, aslında her  daim müzikle iç içe olan bu adamın, hedefi kavaldan, ut çalma yolunda büyütmesini çok da tuhaf bulmadığımızı hatırlıyorum. Elektrik kesintisinin hayatımızın rutini olduğu gecelerde, mum ışığında ailecek oturduğumuz salonda, babamın çaldığı kavaldan çıkan nağmelerle büyümüştük çünkü... O zamanlar bana 'Basitçe herkesin yapabileceği bir iş' gibi görünen bu hadisede, aslında pek ala maharetli olduğunu, şimdiki aklımla düşününce daha iyi anlıyorum. Müzisyenlerin ‘vibrato’ dedikleri ve uzun yıllar çalışarak elde ettikleri, elin ses çıkaran telin veya tuşun üzerinde titretilmesi becerisini, babam zahmetsizce yapardı kavalın incecik ahşap gövdesine açılmış deliklerin üzerinde... Ama evdeki dokuz nüfusa ekmek getirme gailesi ve dedemin ‘Seni çingenelerden almadık biz’ şeklindeki katı tutumu, O’nu müzik hevesinden mecburen uza

Yaralı Kuş

Defne 2004 yılında ana okuluna başladı. Birgün eve geldi. Anne, öğretmen bebeklik eşyalarımızdan birkaç tane istiyor. Okulda pano yaptık, oraya asıcaz, dedi... Bende sandığı açtım, iki zıbın, bi patik çıkarıp verdim. Aldı,  sevine sevine gitti. Ertesi günün  akşamı servisten indi, koşarak yanıma geldi. Anne, Ataberk bugün bebeklik eşyalarını getiremedi. Öğretmen Ataberk’e kızdı. Ataberk’te ‘benim annem yok ki’ diye ağladı, dedi... Bu hadise olduğunda Deniz Ece 18 aylıktı... Ben yenile taze anne olmuşum.  Şimdiki halime göre, bir nevi lohusa bile sayılırım. Hormonlarım tavanda... Defne böyle deyince, içim parçalandı. Gözlerim dolarak  ‘nasıl yani, annesi yok derken, hiç mi yok  Defne’ diye sordum çocuğa... Burada bir parantez açmak isterim.  Türk’lük hakkaten başa bela... Yok diyene ‘hiç mi yok’ diye  sormak ne biçim bir adettir azizim... Varsa vardır, yoksa yoktur. Koskoca kadının, beş yaşındaki çocuğa böyle sorup, garibanın devrelerini hafiften yakması haktan reva mı

Sabah Körü Hayat Muhasebesi

Bazı sabahlar, hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Geçerken de bazı şeyler içime dert oluyor. Bu sabah da boyumun kısalığı içime dert oldu... ‘Ah Allah’ım ben neden bu kadar güdük bir insanım acaba’ diyerek hem içimi çekip, hem arabamı sürmeye çalışırken, birde radyoda ‘hasretinden yandı gönlüm’ çalmaya başlamasın mı? Ben bi duygusallaştım, bi duygusallaştım... Utanmasam ağlıycam. 'Arabamı sürmeye çalışırken' dedim bu arada, bilmem dikkat ettiniz mi? Sürücü koltuğuna oturduğum zaman, koltuğun en yüksek ayarında dahi, boyum arabanın burnunu, burnunu geç, armasını dahi göremeyecek kadar kısa olduğundan, bu konu her daim ultra bir "Challenge" olmuştur benim için... Hatta bir keresinde, sürdüğüm arabayı arsanın alt kotundan görüp "Freni boşaldı, üstümüze geliyor" diye kaçışanlar da olmuştu yani... Şimdi olmadı dersem, yalan söylemiş olurum. Bu sabahta işte böyle, arabanın koltuğuna gömülmüş, yan camdan sadece gözlerim görünür halde ofi